Açe Devleti Nerede Hakkında Bilgi

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Hint Okyanusu’nun doğusundaki Sumatra adasının kuzey kısmında kurulan bir İslâm devleti.

Onüçüncü asrın başlarında çeşitli vesîlelerle İslâmiyeti yayarak müslüman bir cemiyet hâline getirdiği Açelileri etrâfında toplayan mücâhid gâzî Cihan Şâh’ın liderliğinde kuruldu. Açe sultanları, çevrede İslâmiyetin yayılmasına sebeb oldular. Onaltıncı asırda Osmanlı halîfeleri adına hutbe okuttular. Avrupa’dan kalkıp, Uzakdoğudaki ıssız adalardaki toptan, tüfekten habersiz mâsum yerlileri hunharca katletmeye gelen, sömürgeci Portekiz, İspanyol ve Felemenk, yani Hollandalılara karşı Osmanlı Devleti’nden yardım istediler. Barbar Avrupa kavimleri ile kahramanca mücâdele ettiler. Osmanlı pâdişahlarının emri üzerine, Resûlullah efendimizin doğum günü olan Rebî’ul-evvel’in onikinci gecesini şenliklerle kutladılar. Açeliler; İngilizlere, Fransızlara, Portekizlilere, İspanyol ve Flemenklere karşı devâmlı mücâdele halinde bulundular.

İçlerinden sömürgeci hıristiyan Avrupa devletlerine âlet olanlar oldu. İslâmiyetten uzaklaşmaları nisbetinde aralarında karışıklıklar çıktı. Batıda, Osmanlı Devleti iç karışıklıklar ve külfetli savaşlarla meşgul edilip, Hindistan’daki Bâbür Devleti yıkıldı. Doğudaki müslümanların hâmisi kalmadı. Çok şiddetli mücâdelelerden sonra, 1898 (H.1316) yılında Açe Devleti ve çevresi (bugünkü Endenozya) tamâmen Hollandalılar tarafından işgâl edildi. Yüzbinlerce müslüman hunharca katledildi. Sonraları, Abdülhamid Han tarafından gönderilen irşâd heyetleri ve Ehl-i sünnet kitapları, bu garip müslümanların gönüllerine su serpti. Fakat, Avrupalı müstemlekeciler ve onların yardımcıları, bu hususta da gerekli tedbirlerini aldılar.

Açe’nin bulunduğu Sumatra adası, öteden beri ticâretle uğraşanların uğradığı bir yerdi. Bilhassa biberi ile meşhûrdu. Bu tüccarlar arasında, müslümanlar mühim bir sayı teşkil ediyordu. Aldıkları malları Hindistan başta olmak üzere, lslâm ülkelerine ve Avrupa’ya gönderiyorlardı. Açe’de İslâmiyetin yayılması da; buradaki insanlara Allahü teâlânın dînini yaymak maksadıyla giden âlimler ve tüccarlar vâsıtasıyla oldu. Mîladî onikinci, hicrî altıncı asır ortalarında Abdullah Ârif adında âlim ve fazîletli bir zât, Açe’ye giderek, İslâmiyeti tanıtıp yaymak için çalıştı,

Bilhassa bu zâtın Burhaneddîn adındaki talebesi, İslâmiyetin Açe’de yayılmasında çok büyük gayret gösterdi. Açe halkı, 1205 (H.602) senesinde Cihan Şâh’ın Açe hükümdârı olmasından sonra, gruplar hâlinde müslüman oldu. Cihan Şâh da, Açe’ye İslâmiyeti yaymak, insanlara vaaz vermek ve emr-i mârûf yapmak maksadıyla dışardan gelmişti. Açe içlerine giren bu zât, yerlilerden bir kadınla evlenip, İslâmiyeti tanıtma faaliyetinde bulundu. Daha önce müslüman tüccarların uğradıkları liman bölgelerinde yayılan İslâmiyet, böylece Hindu inancının yaygın olduğu Açe içlerine de yayıldı.

Hindular, kuvvet zoru ile İslâmiyetin sür’atle yayılmasına bir müddet mâni olmaya çalıştılar. Fakat, sonunda İslâmiyetin karşısında en katı hindu ve putperestler de teslim olmaktan başka çare bulamadılar. Müslüman olduktan sonra, İslâmiyetin yayılması için gayret gösterdiler. İslâmiyeti Açe içlerine de yayan Cihan Şâh, müslümanlardan teşkil ettiği ordunun başına geçip; İslâmiyetin yayılmasına mâni olan, yeni müslüman olanlara baskı ve eziyet eden îmânsızlara karşı cihad etti. Şehirde yaşıyanların çoğu müslüman oldu. Yalnız dağ başlarında bâzı putperestler kaldı. Nitekim, 1292 (H.692) senesinde Açe’nin de içinde bulunduğu Sumatra adasında beş ay kalan meşhûr Seyyah Marco Polo, bu bölgede, şehirlerde yaşayan ahâlinin müslüman, dağlık yerlerde yaşayanların ise putperest ve yamyam olduğunu söylemektedir.

Yerli müslümanlar, İslâmiyeti yaymak için uğraşırlarken, gelip-giden tüccarlardan Sumatra hakkında mâlumat alan Mekke serîfi, Şeyh İsmâil adında bir zâtın emirliği altında bir irşâd hey’etini buraya gönderdi. Bu hey’et Sumatra adasına varınca, batı sâhilinde Pasuri adlı kasabaya indi. Burada ahaliye vâzlar verip, İslâmiyeti anlattılar. Netîcede kasaba ahâlisi müslüman oldu. İrşad hey’eti, adanın diğer bölgelerine ayrıca Malaka’nın (Malezya) karşısında bulunan Aru tarafına geçti. Uğradıkları yerlerde İslâmiyeti başarı ile tanıtıp, sür’atle yaydılar. Daha sonra Samudra şehrine varan hey’etin mensubları pek çok kimsenin müslüman olmasına vesîle oldular. Samudra şehri, Sumadra devletinin başşehri idi.

Devlet de şehir de, kısa bir zamân önce Mara Silu adında bir kimse tarafından kurulmuştu. Mara Silu, kendilerine gelen irşâd hey’etinin emîri Şeyh İsmâil vâsıtasıyla müslüman oldu ve Abdülmelik Sâlih (ölm. 1297) ismini aldı. Sonra da Perlâk kralının kızı ile evlendi. Bu hanımından iki oğlu oldu. Oğulları büyüyüp yetiştikten sonra, her biri için müstakil bir eyâlet kurmak gâyesiyle Sumadra’nın kuzey sahilinde bulunan Pasai şehrini ve aynı isimdeki İslâm devletini kurdu.

Sumadra, Açe ve Doğu Hint Adaları adıyla bilinen takım adalarda, putperestlik gibi bâtıl inançlar halk tarafından sür’atle terk edilerek, İslâmiyet geniş alanlara yayıldı. Bu sırada Avrupalılar, Afrika’nın güneyinden dolaşarak Ümit Burnu’nu geçmiş, Hindistan taraflarına ulaşmıs, Uzakdoğudan baharat vs.’yi doğrudan almaya başlamışlardı. Bu tüccarlar, ticâretle meşgul olurken, misyonerlik faaliyetlerinde de bulunuyorlardı. Hıristiyan misyonerleri, Sumadra ve diğer adalarda dinlerini yaymağa kalkıştılar. Fakat misyonerler, ahlâksız ve fikirlerinin tutarsızlıkları sebebiyle, İslâmiyet karşısında tutunamadılar.

Ayrıca İslâmiyeti yaymak için gelen irşâd hey’etini üstün halleri, güzel nasîhatları, tatlı dilleri, güleryüzleri insanları hayrân bırakmaktaydı. Halbuki, aynı bölgelerde faaliyet gösteren hıristiyan misyonerleri, kaba ve yer yer zorba davranışları ile nefret uyandırıyorlardı. Hasbel kader hıristiyan olan yerliler bile, müslümanları tanıyınca, seve seve müslüman oluyor, İslâmiyetle şerefleniyorlardı.

1507 (H.913) ve 1522 (H.926) seneleri arasında Açe’nin bir bölgesinde hüküm süren Sultan Ali Mugayyet Şâh, İslâmiyeti kabûl edip müslüman olunca, tebeâsı da müslüman oldu. Yeni müslüman olan Ali Mugayyet Şâh, İslâmiyetin emirlerine dört elle sarılıp, hâkimiyet sâhasını genişletti. Bilhassa İslâmî ilimlerin yayılması ve halkın dînin emirlerine titizlikle uyması için çok çalıştı.

Ada müslümanlarını bir bayrak altında toplamaya, Allahü teâlânın dînini her tarafa yaymaya çalıştı. Bu gayretler netîcesinde Ada’nın kenarlarındaki şehirlerden (Yalı boyu memleketleri) bir çoğu, batıda ve doğuda, Açe Devleti idâresine girdi. Battâk mıntıkasının putperest reisleri bile, Açe sultanına itâat ettiler ve Açe Devleti ile münâsebetleri netîcesinde sonradan müslüman oldular. Açe Devleti, Açe şehrini ve Açe ırmağını içine alan bir bölgeye hâkim oldu.

Buraya, Büyük Açe denildi. Güneyinde, batısında ve doğusunda bulunan ve Açe Devleti idâresi altına giren yerlere mülhakât denildi. Bunlar arasında güneyde; Mölâbûh, Tapa, Tuan ve Sıngkel şehirleri, kuzey kısmında ise, Sigli, Gigieng, Mörödu, Samalonga, Püsengan ve Lhû Sömave şehirleri, doğu sahilinde ise; Simpang, Ulim ve İdi şehirleri vardı. Açe’ye dâhil olup mülhakat (katılmış) denilen bu sâhil bölgelerde ahâli zirâatla uğraşır ve bu sâyede müreffeh bir hayat yaşardı. Biber, Hindistan cevizi ve pirinç yetiştirirlerdi. Kauçuk ağacı ile yağ hurması bahçeleri de çok yaygındı.

Açe Devleti’nin kuvvetli olduğu sıralarda, Hindistan, Suriye ve Mısır’dan âlimler gelip hizmetlerde bulundular. Bunlar arasında, meşhûr İslâm âlimi İbn-i Hacer Heytemî hazretlerinin bir oğlu da vardı. Açeye gelen bu âlimler, Malay dilinde din kitapları yazdılar. Hamza Barusî ve Şemseddîn Pasaî gibi yerli âlimler yetişti. İnsanlara dinlerini öğrettiler. İmâm-ı Gazâli’nin “İhyâ”sı, İmâm-ı Nevevî’nin “Telhîs-ul-Minhâc”ı ve Ebû Şekûr’un eserleri Açe Medreselerinde okundu.

Meşhûr tasavvuf eserleri Açe’de kullanılan dillere tercüme edildi. Bu bilgileri gönüllere yerleştirmek ve îmanı vicdanileştirmek ise tasavvuf büyüklerinin işi idi. Açe halkından da pek çok kimse, îmânın vicdânîleşmesini ve ibâdetlerin severek canla başla yapılmasını sağlayan Şâh-ı Nakşibend Behaeddîn-i Buharî (r.aleyh) ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yollarına sarıldılar. Böylece, bu yolların büyüklerinden feyz alarak mânevî olgunluklara ve üstün ahlâka kavuşmaya çalıştılar. Açe ahalisi; inanç bakımından, Peygamber efendimizin bildirdiği ve Eshâb-ı kirâmın naklettiği dosdoğru yol olan Ehl-i sünnet itikâdında, amel bakımından da, Şafî mezhebinde idiler. Evliyâya ve âlimlere hürmetleri pek fazla idi.

Sultan Ali Mugayyet Şâh zamânında 1509 (H.915)’de küçük bir Portekiz kâfilesi, güyâ adanın keşfiyle ilgili çalışma yapmak maksadıyla, Açe’ye geldi. Portekizlilerin asıl maksadları, bir müslüman devleti olan Açe’yi istilâ ederek, İslâmiyetin yayılmasını engellemek ve Açe’nin zengin kaynaklarını sömürmekti. Bu gâyelerine ulaşmak isteyen Portekizliler, müslüman Açe Devleti’ne karşı yıkıcı faâliyetlere başladılar. 1509 (H.915) yılından sonra Açeliler, Portekizlilere karşı mücâdele edip, yaptıkları savaşlarda üst üste zaferler kazandılar. Bu zaferler, kendilerinin kuvvetlenmesini sağladı.

Ayrıca Kuzey Sumatra’yı batılı hıristiyan devletlerinin istilâ edip sömürmelerinden korudu. Açe Devleti’nin bu derece kuvvetlenmesi, 16. asırda Hint Okyanusu’ndaki ticârî hâkimiyetlerde önemli değişikliklere sebeb oldu. Hint Okyanusu’nda müslüman tüccarların ticâretini engelleyen, hac gemilerini soyan Portekizlilere ağır darbeler vuruldu.

Uzun zamândır Osmanlı tüccarlarının da uğradıkları yerlerden olan limanlarını, kendi imkanları ile korumanın güçleştiğini gören Açeliler, Osmanlılardan yardım istediler. Hem çevrede İslâmiyetin yayılması, hem de müslümanların mal ve canlarını korumak için, halîfe-i müsliminden Açe halkına yardım gönderildi. Böylece, birbirine çok uzak olan bu iki müslüman devlet arasında askerî ve siyasî münâsebetler de başladı. Açe, Osmanlı Devleti’nin yerinde desteği ile, Portekizlilere karşı yapılan savaşlarda doğu cephesinin sağlam bir kalesi durumunda olan güçlü bir İslâm devleti haline geldi.

Buraya, ilk önemli Osmanlı yardımı, 1537 (H.944) senesinde Alaüddîn Riâyât Şâh’ın Açe tahtına geçtiği sırada ulaştı. Bu sıralarda Açeliler, yerli kavimlerle savaş hâlinde idiler. Sultan Alauddîn Riâyât Şâh’ın sıkışık bir ânında imdâda gelen Osmanlı askerinin de desteği ile, yerlilerin müslümanlara zarar vermeleri önlendi.

Müslümanlardaki insanlığı, merhameti gören bir çok yerli, müslüman oldu. Dağlık bir bölge olan ve Ekvator’un üst kısmında bulunan Rau halkı da, Açe Devleti’nin hizmetleri sebebiyle müslüman oldu. Malakka yarımadası (Malezya) ahalisi ile yakın münâsebetleri bulunan Bataklılar arasında da zamân zamân müslüman olanlar çıkıyordu.

Batı Endonezya’nın en önemli kaynaklarına sâhib olduğu gibi, baharât ticâretinin de en önemli merkezi olan Açe, hıristiyan devletlerinin iştihâlarını kabartıyordu. Onaltıncı asrın ikinci yarısında, Hint Okyanusu’nun doğusunda zulüm ve sömürgecilik faâliyetlerini iyice artıran Portekizliler, bölgedeki müslüman devletlere baskı yapmaya, hacıları taşıyan gemilere saldırmaya başladılar.

İslâm devletleri arasında fitnecilik yapıp, birbirlerine düşürmeye çalıştılar. Bu sıralarda, Alauddîn Riâyât Şâh el-Kahhâr (saltanatı: 1537-1571/H.944-979) Açe sultanı idi. Zamânın en güçlü devleti olan Osmanlılara tabiiyyetini bildirmek için bir hey’et gönderdi. Açe elçisinin İstanbul’a geldiği sıralarda, Osmanlı sultanı Kânuni Sultan Süleyman Hân, Zigetvar seferinde vefât etmiş, yerine Sultan İkinci Selim Hân geçmişti. Açe sultanının Hüseyn ismindeki elçisi, getirdiği mektubu cihânın sultanı ve ehl-i İslâm’ın halîfesi olan Sultan Selim Hân’a arz edip fermân bekledi.

Sultan Alauddîn Şâh, mektubunda; bulundukları bölgede yirmidörtbin adanın mevcut olduğunu, düşman arasında yalnız kalıp her taraftan kâfirlerin hücûmuna uğradıklarını bildiriyor, bunlarla savaşmak için silah ve tecrubeli asker istiyordu. Yine o bölgede bulunan adaların bilhassa dördünden, ticâret yapmak ve hacca gitmek üzere çıkan müslümanların, gemileri o bölgedeki bir geçide geldiği zamân düşman hücûmuna uğruyordu. Bunlar yakalayabildiklerini esir ediyorlar, yakalayamadıkları gemileri topa tutarak batırıyor ve müslümanları şehid ediyorlardı. Diğer tarafdan Seylan ve Kalikut müslümanlarının, îmân etmiyen hükümdârlar tarafından idâre edildiği, devâmlı zulüm gördükleri ve bu müslümanların da onlarla mücâdele hâlinde olduğu bildiriliyordu.

Bütün bu sıkıntılardan kurtulmaları ve bölgelerindeki müslümanların rahata kavuşup İslâmiyetin yayılması ancak, Osmanlı Devleti’nin kendilerine yardımcı olarak göndereceği bir donanma ile mümkündü. Eğer bir Osmanlı donanması yardıma gönderilirse, hem kendilerinin, hem de o bölgede bulunan gayr-i müslim tebeânın Osmanlı himâyesine girip, tebeâlarına dâhil olacaklarını belirtiyor, bu niyetle cihad ve gazâ yapmak arzusunda olduklarını ifâde ediyorlardı. Bu bakımdan, kendilerine hisarları yıkmak için kullanılan toplardan ve diğer silahlardan gönderilmesini isteyip, bu yardımın ulaşması için, Yemen, Cidde, Aden ve Mısır beylerbeyinin, Osmanlı askerlerinin her türlü ihtiyaçlarını karşılamasının sağlanması da ricâ ediliyordu.

Açe’nin bir Osmanlı köyü, ahalisinin de Osmanlı padişâhının tebeâsı, hükümdârının ise bir Mısır, Yemen beylerbeyi veya Aden, Cidde kulağası olarak kabûl buyurulmasını arz eden Açe sultanını, tebeâsı arasına kabûl buyuran Osmanlı sultanı İkinci Selim Hân, Açe elçisine emirlerini ihtivâ eden 21 Eylül 1567 (H.16 Rebbî’ul-evvel 975) târihli fermânı ile berâber bir de sancak ihsân eyledi. Ayrıca kendisine vergi gönderilmemesini, vergi yerine, her sene Mevlîd-i şerîf gününü parlak törenlerle kutlayıp, devlet ve milletinin bekâsı için duâ etmelerini istedi.

Mısır ve Kızıl Deniz’deki beylerine emir gönderip, müslümanların himâyesi ve İslâmiyetin yayılması için yardım edilmesini emretti. Bu emrinde, Süveyş’ten onbeş parça kadırga (savaş gemisi) ve iki bârçe (büyük kayık), mütehassıs bir topçu başı ile yedi nefer topçu Mısır askerleri arasından kâfî mikdarda asker, kaleleri döğmek için yeterli mikdarda top, tüfek ve savaşta kullanılan diğer malzemelerin gönderilmesini emretti. Bu yardım seferine, büyük amiral Kurtoğlu Hızır Reis kumandan Mehmed Bey de kumandan vekîli tâyin edilerek, Açeli müslümanlara yardım ulaştırmak, düşmanlarını yenmek ve işgâl altındaki kaleleri almak vazifesi verildi.

Açe elçisi İskenderiye yoluyla Aden’e gönderildi. Ondokuz kadırga ve üç bârçeden meydâna gelen bir donanmanın hazırlıklarına başlandı. Ancak hazırlıklar tamamlanmadan, Yemen’de çıkan bir isyân, seferin gecikmesine sebeb oldu. Sultan İkinci Selim Hân, Açe sultanı Alaüddîn Riâyât Şâh’a bir mektup yazıp, seferin gelecek seneye te’hir edildiğini bildirdi. Açe’ye iki gemiyle top ve tüfekçiler gönderildi. Oraya giden Türkler, Açe’de yerleşip kaldılar. Kaynaklarda Sultan İkinci Selim Hân’ın bir sene sonra yapılacağını bildirdiği Sumatra (Açe) seferinin yapıldığına dâir kesin bilgi veren vesîkalar bugüne kadar bulunamadı.

Açeliler, halîfe-i müslimîne bağlılıklarını bildirip duâlarını aldıktan sonra, hediye buyrulan sancağın hakkını vermek için ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Gemileri Osmanlı sancakları ile süsleyip, Osmanlı adına cihad ettiler. O zamândan îtibaren halîfe-i müsliminin emrinden çıkmayıp, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem doğum gününü (Mevlîd) her sene Rebî’ul-evvel ayının onikinci gününde parlak törenlerle kutladılar.

Osmanlılardan aldıkları teknik yardımlarla, büyük toplar döken Açeliler, Portekizlilerin işgâl edip çevreye zulüm saçtıkları Malakka adasındaki mazlûmları kurtarmaya, karanlık gönüllere İslâmiyet nûrunu sunmaya gittiler. Yapılan savaş netîcesinde, Malakka yarımadasının bilhassa Sumatra tarafındaki limanları, Portekiz zulmünden kurtarıldı. İslâm’ın âdil hükümleri tatbik edilerek, mazlûmların hakkı alındı ve zâlimler cezâlandırıldı. İnsanları, huzur ve saâdete kavuşturmak için yapılan çalışmalar hızlandırıldı. Bu güzel günler, bir müddet devâm edip gitti. Fakat Avrupalılar, Hindistan ve Uzakdoğu’daki zengin baharat memleketlerine hücûm ettiler. Çökertilen Portekizlilerin yerini Hollandalılar ve İngilizler aldı.

Açeliler, sultanları İskender Muda (1607-1636/H.1016-1046) zamânından otuz dördüncü ve son hükümdâr Mahmud Şâh (1870-1874/H.1287-1291) dönemine kadar, hep Avrupalılar ve yerli işbirlikçileri ile mücâdele ettiler. Ada halkı, kendilerini öldürüp sömürmeye gelen Hollandalılara karşı kahramanca savaştı.

Açe sâhillerine önce ticâret bahânesiyle gelip sömürmeye kalkışan Hollandalılar, İngilizlerle istilâ yarışına girip, İngiliz usûlüyle yerli halkı katledip zulmederek, Sumatra adasında belli bir sâhayı işgâl ettiler. İngilizlerle 1871 (H.1288)’de anlaşıp, Sumatra adasında işgâl ettikleri sahayı kuzeye doğru genişletmeyeceklerine dair söz verdiler. Fakat 1873 (H.1290) senesinde yapılan bir başka andlaşma ile İngilizler, Sumatra adasını Hollandalılara bıraktılar. Bunun üzerine Hollanda askerleri, Açe’nin limanlarını, merkezini ve civârını istilâ ettiler. Açe hükümdârı Mahmud Şâh’ı tahttan indirip, kısa bir süre sonra öldürdüler. Başsız kalan Açe ahalisi, Hollandalılara karşı âlimlerin rehberliğinde çetin bir mücâdeleye girişti.

Osmanlı padişâhı Sultan İkinci Abdülhamid Hân’ın muhalefetine rağmen, Mithat Paşa ve avânesinin teşviki ile girilen 1876-1877 Osmanlı-Rus harbinde (93 Harbi) yenilen Osmanlı Devleti’nin eski gücünü kaybetmesinden de cesâret alan Hollandalılar, 1877-1881 (H.1294-1299) yılları arasında Açe’yi işgâl ettiler. Bu dört sene içerisinde, katliâmlar yaparak, pek çok müslümanı şehid ettiler.

Fakat yine de adanın tamamına hâkim olamadılar. Asıl büyük taarruzu, 1896 (H.1314) yılında gerçekleştirip, 1898 (H.1316) senesine kadar mülhakatıyla birlikte Açe’yi işgâl eden Hollandalılar, kendilerine itâat etmeyenlere göz açtırmadılar. Birliği kaybeden Açeli kabîle reisleri de Hollanda hâkimiyetine boyun eğmek mecbûriyetinde kaldılar. Bu reislerin her biri, Hollandalı bir me’mûrun kontrolündeydi. İşgalden sonra Açe ve çevresinde zâlim bir sömürge idâresi kuran Hollandalılara karşı, zamân zamân şiddetli direnişler oldu.

Fakat, bölgede kurulan kuvvetli Hollanda garnizonları, işgâl altındaki toprakları devâmlı kontrol altında tuttular. Açe ile birlikte Endonezya’nın tamamı, Hollanda kraliçesi adına bir umumî vâli eliyle idâre edildi. Memleketin tabiî zenginlikleri, yıllarca Avrupalı sömürgecilere aktı. İkinci Dünyâ Savaşı başlarında 1940 (H.1359) yılında Hollanda, Alman istilâsına uğrayınca, sömürgecilere merkezden yardım gelmez oldu. Sömürgecilerin bu saşkınlığı esnâsında, müslümanlar rahat bir nefes aldılar.

Çok geçmeden Japonlar devreye girdi. Malezya, Borneo, Çin, Hindistan ve Siyam’ı işgâl ettikten sonra, Amerikan-İngiliz ve Hollanda donanmalarını bozguna uğratan Japonlar, 1942’de Sumatra ve diğer Endonezya adalarını işgâl ettiler. 1944’de Japonlar savaş güçlerini kaybedince, Endonezya, 1945’de İngiliz ve Amerikan kuvvetlerinin işgâline uğradı. Japonların bıraktıkları çok sayıda silah ve cephaneden istifâde eden Endonezyalılar, Hollandalı müstemlekecilerin geri gelmesine mâni oldular. Endonezya adı altında birleşerek, 1949 yılında bir cumhuriyet kurdular. Fakat diğer Avrupalı sömürgecilerin de yaptığı gibi Hollandalılar, Endonezya’yı gerekli tedbirleri almadan terketmediler.

Köşe başlarına adamlarını yerleştirip, dünyânın bir ucundaki garib müslümanları birbirlerine kırdırmak için bütün tedbirleri aldılar. Ekonomik yönden kendilerine bağlayıp sömürmeye devâm ettiler. Kendi kültürlerine sâhip kozmopolit kimseleri müslümanların başına geçirip, sözde, bağımsızlık verdiklerini dünyâya îlân ettiler. Ortaya çıkan bâzı ufak-tefek hareketler bahâne edilerek yeni istiklale kavuşan bu devlet içinde binlerce müslüman şehîd edildi. Sömürgeciler, müslümanların sâdece, mallarına, canlarına, ırz ve nâmuslarına değil, dinlerine de saldırdılar.

Uzakdoğu müslümanlarının sunnî bir itikâda sâhib olarak, Resûlullah efehdimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (r.anhüm) yolunda gitmelerine tahammül edemediler. Sunnî müslümanların, müstemlekecilerin ve yerli isbirlikçilerinin oyununa gelmediklerini görüp, onları doğru yoldan ayırmanın çârelerini aradılar. Yerlilerden elde ettikleri bozuk kimseleri Hicaz tarafında dolaştırıp, bâzı mezhepsiz ve sapık kimselerin fikirlerini öğrettiler. Zihinleri karışmıs, fikirleri bozulmuş olan bu sapıkları, memleketlerine dönüşlerinde büyük âlim, aydın din adamı diye törenlerle karşılayıp, göklere çıkardılar. Bâzı câhil kimseleri, laf kalabalığı yaparak, kafasını karıştırarak kandırdılar.

Zamânla hakîki müslümân âlimlerin, din ilimlerini öğretmesine mâni oldular. Din bilgilerini öğretmek, sadece mezhepsizlerin inhisârında kaldı. Bozuk kimseler, din hakkında söz sâhibi oldu. Din bilgileri unutuldu. Bilinenler de bâzı âdetlerden ibâret kaldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Hân’ın göndermiş olduğu din âlimleri, Endonezya’da da bir mikdar kalıp, müslümanların uyanışına, doğruyu öğrenmelerine yardımcı oldular. Fakat bu da serin bir sabah rüzgarı gibi çabucak geçiverdi.

Yalnız, halîfe-i müslimînin İstanbul’dan gönderdiği sandıklar dolusu kitaplar, Endonezyalı Ehl-i sünnet âlimlerine destek oldu. Hakîkî müslümanlar, dinlerini yıllarca bu kitaplardan öğrendiler. Bu kitaplar arasında 1884 yılında İstanbul’da basılıp gönderilmis olan Beydâvî tefsîrinin tercümesi meşhûrdur. Bu hal yıllarca böyle devâm etti. Müslümanlar, garîb bir hâlde yaşadılar. Yıllar geçti. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları buralara tekrar ulaştı. Buradaki müslümanlar, ataları gibi, hakîkî îtikadı, ehl-i sünnet yolunu öğrenmek ve öğretmek için gayret sarfettiler.


1) The Achehnese (S. Kurgronije, Leiden 1906)

2) Açe Târihi (Muhammed Ziyâ, İstanbul 1316)

3) “Bir Osmanlı filosunun Sumatra seferi” (Saffet Bey) Târih-i Osmanî Encümeni mecmuası; cild-2, sh. 604, 678

4) Sixteenth Century Türkish Influence in Western Indonesia (Reid, A.J. S. IAHA, Kuala Lampur (Malezya) 1968)

5) İslâm today (A.J. Arberry and Rom Landau, London 1942); sh. 211

6) Berk-ül-Yemânî (Kutbeddîn Mekkî, Süleymaniye Kütüphanesi, Reîs-ul-Küttâb kısmı No: 632); vr. 44 b

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir