Mehmet Akif Ersoy Berlin Hatıraları Şiiri

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nın güftekarı, şair ve yazarıdır. İlk şiirlerini, İstanbul İdadisi’nde okurken yazdı. 20 Aralık 1873 senesinde dünyaya gelen ve 27 Aralık 1936 senesinde hayatını kaybeden Mehmet Akif Ersoy Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal marşı olan İstiklal Marşı’nın yazarıdır. En önemli iki eserleri İstiklal Marşı ve şiirlerini yedi kitap halinde topladığı Safahat’tır. İşte Mehmet Akif Ersoy tarafından kaleme alınan Berlin Hâtıraları yazdığı sözleri..

Binbaşı Ömer Lûtfi Bey kardeşimize

«Biraz da kahveye çıksak…» demişti arkadaşım.
O doğru söylemiş amma ben eğri anlamışım:
Mahalle kahvesi nerden de geçti zihnimden?
Bakılsa geçmemeliymiş… Bilir miyim onu ben?
Mahalle kahvesi… Berlin… Münâsebet mi dedin!
Fakat ricâ ederim, dinleyin, inâyet edin:
Fakîriniz en açık bir söz olsa, mecbûrum,
Kafamda bulduğum eşyâyı aktarır dururum.
Onun bir örneği geçmişse âkıbet elime,
Derim ki: «Ha! Bu demekmiş o duyduğum kelime.»
Otel denildi mi bilfarz, o mu’teber kàmûs
Ne söylüyor bakarım bir: Evet, lügat me’nûs;
Kütükte mahlâsı han, sinni lâ-akal yetmiş!
Zavallı âhir-i ömründe irtidâd etmiş;
Şu var ki mi’desi ilhâdı etmemiş temsîl;
Ne müslüman, ne frenk, öyle bir vücûd-i sefîl.
Yıkanma yok, tuvalet yok! Yazın belinde çamur;
Eteklerinden inerken kabuk tutar yağmur!
Değil mi uçkuru sarkan bunakların bir eşi?
Bakındı cumbaya: Bîzâr eder durur güneşi,
O nemli yorganı sallandırıp da pencereden!
Yatak takımları şâyân-ı merhamet cidden:
Kadîfe hâline geçmiş patiskadan yastık…
Ne istihâle geçirmiş hesâb edin artık!
Benek benek yayılıp kehle intıbâ’âtı,
Benekli basmaya dönmüş o çarşafın suratı!
Kırık sürâhide bekler yosunlu bir mâyi’,
Ki derd-i cû’a gelir üç yemek kadar nâfi’.
Bir ekmeğin yeri dolmazmış olmadan iki su;
Bunun beş ekmek olur belki bir kadeh dolusu.

Şimendüfer deyiniz… Buldum işte örneğini:
Üşenmeden çevirip nâzenin tekerleğini,
-Yakınsa bindiğiniz noktadan eğer kasaba-
Kader müsâ’ade ettikçe işleyen araba.
Samatya lordu müfettiş; Tatavla kontu müdir,
Zavallı milletin efrâdı orta yerde esir!
«Bilet mahalli» midir ismi pek de bilmiyorum,
Basık tavanlı, rutûbetli, isli bir bodurum,
Ayakta esneyen âvâre yolcularla dolu.
Biletçi nerde mi? Kumpanya’nın o nazlı kulu
Verâ-yi perdeden etmez ki halka doğru nigâh…
Ne var telâş edecek? Beklesin ibâdullâh!
Açıldı perde nihâyet şu var ki cendereye
Kısılmak istemiyorsan sokulma pencereye!
İtiş kakış olağan şey, dövüş sövüş de caba!
— Biletçi, mösyö, tren kaçta kalkacak acaba?
— Ayağmı ezdin adam… Patlıyor musun ne zorun?
— Vurursam ağzına? …
— Yâhu! Gürültünüz ne? Durun!
— Yavaş be! — Çüş be! Gözün kör mü?
— Pardon!
— İllâllah!
Nasıl ki çıktı şu «pardon» eşeklik oldu mubah!
— Ne lâftır ettiği Allahça söyleyin yakışır?
— Uzatma! — Tut ki uzattım? ..
— Herif de amma hışır!
— Suç öldürende değildir ki derseler…
— Hele bak! — Nedir ki bir de ki baktım?
— Susun belâ çıkacak!
— Ufaklık olmalı!
— Yok, mösyö!
— Yoksa git! Bozdur!
— Dikilme nâfile, sinyör ne derse kànundur!
— Tren kaçar a kuzum…
— Haydi! Dinlemez ben lâf!
— Tren kaçar diyorum, dinlemem diyor: Ne tuhaf!
— Kızarsa ağzı bozuktur fenâ bi şey söyler;
Bozarlar onluğu verdin mi. Koş da bozduruver!
Tütüncü «on para az! » der… Musîbetin büyüğü:
Herif simitçi ararken tren çalar düdüğü! ..

Sokak deyin meselâ… Şimdi baktığım lügate
Mürâca’at yine lâzım mı? Lâzım elbette.
Evet, o bir helezondur ki kutru altı karış;
Ya tûlü? Bilmiyorum, her ne söylesem yanlış.
Muvaffak olmanın imkânı yok ki tahmîne:
Biraz gidip dalıyor haydi evlerin birine!
Zamâne şi’rine benzer zemîn-i tertîbi:
Zalâm içinde mebâdîsi müntehâsı gibi.
Peki! Ne yapmalı çarpılmak istemezsen eğer?
Tekin değil mi nedir, pek acâibimsi bu yer?
Dilinde Besmele olsun, elinde Sûre-i Nûr,
Kesende sâde mühür… Kimse çarpamaz… Destûr!
Birinci hatve selâmet… İkinci hatve tamam…
Üçüncü hatveyi lâkin düşünmeden atamam…
Ne var mı? Ağzını açmış ki bir yaman uçurum,
Dalarsa «cub! » diye insan, çıkar mı bilmiyorum!
Uzak dolaş! İyi, lâkin, alındı bir tümsek,
Ne atlayanda kalır diz, ne tırmananda bilek!
Kenarca gitmeli öyleyse… İhtimâli mi var?
Sağında: Ağrısı tutmuş, çıkık karınlı duvar,
Solunda: Lâstiğe sâhip çıkan sakızlı çamur!
Durundu çâreyi buldum… Evet, olur mu olur:
Şu künbedin üzerinden beş altı taş sökerim,
Bataksa al, bu da batmaz, deyip deyip ekerim.
Demek; Hazîne-i Evkàf’a bir metin köprü
Binâsı terkedeceksin… Uzatma, haydi yürü!
Vasiyyetim size: Ey zıplayıp geçen ahlâf,
Sakın şu künbed-i feyyâzı etmeyin isrâf,
Günün birinde bataklık aşarsa köprümden,
Emîn olun size lâzımdır öyle bir ma’den.

Otel meğer o değilmiş, şimendüfer de kezâ…
Sokak mı benzeyen az çok? Aman canım, hâşâ!
Meğer oteller olurmuş saray kadar ma’mûr,
Adam girer de yaşarmış içinde mest-i huzûr.
Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak…
Nasîb olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!
Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahâr,
Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf-ı nehâr!
Hıyât-ı nûrunu temdîd edip her âvîze,
Fezâda nescediyor bir sabâh-ı pâkîze,
Havâyı kızdırarak hissolunmayan bir ocak;
Ilık ılık geziyor, her tarafta aynı sıcak.
Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;
Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz.
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız ki zemîninde olmamış gezinen.
Ne kehle var o mübârek döşekte hiç, ne pire;
Kaşınma hissi muattal bu i’tibâra göre! ..
Unuttum ismini… Bir sırnaşık böcek vardı…
Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.
Ezince bir koku peydâ olurdu çokça iti…
Bilirsiniz a canım… Neydi? Neydi? Tahtabiti!
O hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya!

Şimendüfer de meğer başka türlü bir şeymiş:
Hemen binip uçuyorsun… Aman bayıldığım iş!
Mesâfe kaydı, mekân kaydı bilmiyor insan;
Dakîkanın boyu: Sâ’at. Ne ihtisâr-ı zaman!
Evet, kucaklıyor eb’âdı berk olup nâgâh,
Harîtanın üzerinden nasıl geçerse nigâh!
Şehirlerin yapışık sanki hepsi birbirine
Tutup da pencereden fırlatılsa bir iğne,
Düşer ya «tık» diye her halde mevkifin damına;
Ya şehrin ismi olan levhanın gelir camına!
Düdük sadâsına hasret kalır işitmezsin…
Bizimki durduğu yerden öter durur, miskin!
Kavurma zenbili yüklenmek i’tiyâdı da yok…
Nedir kâğıttaki, peynir mi? Açma koynuna sok…
Lokanta keyfine âmâde, istedikçe yanaş…
Lisan da istemiyor: Bir işâret et, anlaş.
Yok öyle heybeye dirsek verip ımızganmak;
Yataksa emre müheyyâ içerde… Hem ne yatak!
Uzandığın gibi dünyâdan insilâh ederek;
Dolaş semâları artık düşünde yelyepelek!

Sokak dedikleri neymiş? Fezâ-yı bî-pâyan,
Ki tayyedilmesinin yoktur ihtimâli yayan.
Demek, vesâit-i nakliyye nâmı tahtında,
Havâda, yerde, yerin çok zamanlar altında
Uçup duran o havârık bir ihtiyâc-ı şedîd.
Piyâde harcı mı, hâşâ, bu imtidâd-ı medîd!
Bakın nasıl da mücellâ ki: Ferş-i nevvârı,
Zemîne indiriyor gökyüzünden envârı!
Bu imtidâdı nazar şöyle dursun istî’âb,
Öbür kenâra geçerken düşer kalır bîtâb!
Şu var ki: Düştüğü yerden çamurlanıp kalkmaz…
Çamur bu beldede âdet değil ne kış, ne de yaz.
Geçende haylice kar yağdı Berlin’in içine;
Bıcık bıcık olacakken takır takırdı yine!
Merâk edip soruverdim, «bırakmayız» dediler!
— Bırakmayın, güzel amma yağar durursa eğer?
«Bırakmayız! » sözü aynen tekerrür etmez mi!
Evet, bu sözde nümâyân heriflerin azmi.

Bizim diyâra biraz kar düşünce zor kalkar.
Mahalle halkı nihâyet kalırsa pek muztar,
«Lodos duâsına çıkmak gerek…» denir, çıkılır.
Cenâb-ı Hak da lodos gönderir, fakat bıkılır:
Çamur yığınları peydâ olur ki mühliktir…
«Aman don olsa…» deriz… Şüphe yok, temizliktir,
Donun kırılması varmış, düşünme artık onu:
Yağar, erir, buz olur… Neyse, yaz değil mi sonu?

Kalenderin zifir olmuş su görmedik yakası…
Bakıp da bir titiz insan demiş ki:
— Kahrolası! Nedir o gömleğinin hâli, yok mu bir yıkamak?
— Değil mi kirlenecektir sonunda? Keyfine bak!
— Su kıtlığında değilsin ya… Hey müseyyib adam,
İkinci def’a yıkarsın…
— Fakîriniz yapamam:
Cenâb-ı Hak bizi dünyâya muttasıl gömlek
Sabunlayın, diye göndermemiş bulunsa gerek!

Hikâye bizleri te’yîde en güzel düstûr.
Süpürge sohbeti bitmez ki: Bahs-i dûrâdûr.
Sokak süpürmek için gelmedik ya bizler de!

* * *

— Biraz da kahveye çıksak… demiştiniz, nerde?
— Dolaştırıp sizi bir parça, gâlibâ yordum.
Uzak değil ma’amâfih…
— Yorulmadım, sordum.
— Şu dört yol ağzını tuttuk mu, korkmayın…
— A’lâ!
— Gözüktü işte!
— Aman nerde? Görmedim hâlâ…
— Görürsünüz, hele bir parça yaklaşın yanına…
— Bu, kahve… Öyle mi? Yâhu! Nedir bu? Vay canına!
Bizim «Düyûn-i Umûmiyye»den de heybetli!
Ne var ki, öyle sevimsiz değil bunun şekli.
— Bırak şu heykel-i iflâsı! Yok mu başka misâl?
— Bırakmadık mı? Fakat anlıyor mu istiskàl?

Demiş çocuk: «Baba, artık ateh getirmişsin! »
Hayâsız oğlana bîçâre ihtiyar ne desin:
«O kendi geldi ayol, ben getirmedim yoksa! »

Bu iş de tıpkı o… Kim «gel» demişti menhûsa?
Bırakmak isteyedur, sen, bırakmıyor ki seni…
Nasıl! Ödünç alarak bol tutar mısın keseni?
— Dalıp da milletin âlâm-ı bî-nihâyesine,
Çevirme bahsi, birâder, yılan hikâyesine!
Tenezzüh etmeye çıktık, unutma…
— Doğru, evet!
Bu kahve… Öyle mi? Lâkin hakîkaten hayret!
Fezâ içinde fezâ… Bir harîm-i nûrânûr,
Ki asümân-ı kerîminde bin güneş manzûr!
Ne selsebîl-i ziyâ karşımızda cûşa gelen,
Ziyâ değil, seherin rûhudur taşıp dökülen.
Leyâle karşı o tûfân-ı fecri görmelisin:
Hudâ bilir şaşırırsın, donar kalır hissin!
Neden böbürleneyim, ben de öyle oldumdu;
Ziyânın ölçüsü aklımda, çünkü, bir mumdu.
Bizim hesâb ile milyonlar oynuyor arada…
İdâre kandili mikyâsı pek güdük burada!
Gözüm kamaştı bidâyette, döndü durdu başım;
Rezîl olurdum eğer olmasaydı arkadaşım.
Ne bastığım yeri gördüm, ne gittiğim tarafı;
Nasıl yıkılmayabildim, bu işte en tuhafı!
Tuhaf değil, düşüyorken yetişti iskemle;
Genişçe bir nefes aldım çekip ilişmemle.
Bakınmak istedim etrâfa, anladım pek zor:
Asılmış enseme hâin kafam, kımıldamıyor!
Hayır! İnâdının esbâbı yok değil, varmış;
Ben anlamazmışım amma o çok şey anlarmış:
Meğerse da’vet edermiş bizim fesin ibiği,
O yıldırım gibi enzârı bir siperden iyi!
Karârı bende kılarmış yığınla berk-i nigâh,
Uzak, yakın nereden çaksa… Hem ma’âzallâh,
Zemîne sarkamasaymış… Tutup da püskülümü;
Tepemde kışlayacakmış… Görür müsün ölümü!
Demek ki: Hiç daha fes girmemiş bu memlekete…
Bizimkiler ne giyermiş, külâh mı? Elbette!
Çenemle gömleğimin irtibâtı bir aralık,
Çözülmesiyle, kafam şöyle doğrulup azıcık,
Ne var ne yok diye etrâfı etti istikşâf.
Civârı yoklayadursun bizim alık keşşâf;
İlerde bir masa gördüm, dedim ki arkadaşa:
— Biraz siperde otursak… Geçer miyiz o başa?
— Neden?
— Görülmeyi sevmem de…
— Pek güzel, gidelim…
Benim de vahdete kesretten az değil meylim.

Evet, görünmeyerek halka pek deminki kadar,
Kolaydı şimdiki yerden muhîte medd-i nazar.
Nasıl, ziyâda uçarken, şu var ki, bir yarasa,
Gelen karaltıya dağ taş demez de çarparsa;
Benim sinirli nigâhım da çarpıp irkilecek,
Ne olsa «pat! » diye bir kerre… Hay alık kelebek!
Çoluk, çocuk, kadın, erkek… Hülâsa bulduğuna,
Sataşmadan geri durmaz bakındı mecnûna!

* * *

Önümde yükseliyor bînihâye çıplak alın,
Ki her birinde yazılmış görün de ibret alın,
Cihâna karşı cidâlin meâl-i gâlibini.
O i’timâd ile millet bütün metâlibini,
Bugün değilse, yarın çâre yok halâs edecek.
Mücâhedeyle tevekkül… Ne kahraman meslek!
Boşalmasıyla o esnâda üç beş iskemle,
Oturdu karşıma bir kır sakallı âdemle,
Ridâ-yı mâteme girmiş felâket arkadaşı;
Sevimli bir de küçük kız… Ya beş, ya altı yaşı.
Reîs-i âilenin pek vakùr olan hüznü,
Biraz da reng-i tecellüdle kaplıyor yüzünü.
Kadın da öylece göstermek istiyor temkîn;
Sönük nazarları lâkin bükâ kadar gam-kîn!
Zehirli bir düğüm olmuş dudaklarında keder,
Çözülmüyor, onu ancak çözerse girye çözer!
Solunda erkeğinin ibtisâm-ı cebrîsi,
Sağında yavrusunun inşirâh-ı fıtrîsi,
Önünde nâmütenâhî nazar-rübâ safahât,
Enîn-i rûhunu bir türlü etmiyor iskât.
Görünmüş olmalı bir şey ki, sonradan, gözüne;
Götürdü mendili bîçâre ansızın yüzüne.
— Ne var hicâb edecek bunda ey zavallı kadın!
Değil mi bir anasın sen, ölen de evlâdın?
O haklı girye-i hicrânı habse kalkışmak,
Hudâ bilir ki, hatâdır… Günâha girme, bırak!
Bırak merâret-i rûhun buram buram insin…
Boşanmadan dinecek bir belâ mıdır ye’sin?
Seyirci farzediyorsan muhîti mâtemine;
Yabancı hangi nazardır bükâ-yi mahremine?
Nihâyet arkadaşım var, değil mi, sonra da ben?
Vebâli boynuna olsun, eğer bu zanda isen!
Mesâibin ezelî âşinâsı varsa, biziz:
Cihanda bir günümüz geçmemiş felâketsiz!
Sürûra kalsa da bîgâne müslüman yüreği;
Bilir te’essür-i ma’sûm önünde inlemeyi.
Onunla söyleşilir en acıklı hicranlar,
Ki her figânı açık bir lisan kadar anlar.
O halde anlaşarak paylaşın melâlinizi;
İşitmek istiyorum, çünkü, hasbihâlinizi.
Senin nedir bakalım gizli gizli feryâdın?
Evet; boyunca berâber yetişmiş evlâdın,
Henüz bahâr-ı hayâtında pâymâl olarak,
Fidan vücûdunu yutmuş yabancı bir toprak;
Ki nerde belli değil… Bilmek istesen de muhâl.
Olanca yâdı bugün bir çamurlu, kanlı hayâl!
O yâdı rûhuna gömdün ki bir vazîfendir.
«Unut! » demek açılan kabri görmemektendir.
Hayır, demem… Bilirim pek vefâlıdır o mezâr.
Fakat, düşün, niye etmiş hayâtı istihkàr?
Düşün, neden bu çocuk yaktı gitti annesini?
Evet, yaşatmak için ümmehâtın akdesini,
«Fedâ-yı cân edeceksin! » demiş «vatan» hissi…
Demek: Heder değil oğlun, vatan fedâîsi.
Bilir misin ne kadar anne var bugün, yasta,
Tunus’ta, sonra Cezâyir’de, sonra Kafkas’ta?
Götür de kalbine bir kerre ey kadın elini;
Düşün zavallıların sernüvişt-i erzelini!
Ne ibtilâ! Ne musîbet! Cihan cihân olalı,
Bu ızdırâbı, emînim ki çekmiş olmamalı.
Hesâba katmıyorum şimdilik bizim yakada
Sönen ocakları; lâkin zavallı Afrika’da,
Yüz elli bin kadının tütmüyor bugün bacası.
Ne körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası,
Tutup tutup getirilmiş -Fransız askerine
Siperlik etmek için- saff-ı harbin önlerine.
O ümmehâtı, o zevcâtı bir düşünmelisin:
Kimin hesâbına ölmüş, desin de inlemesin,
Anarken oğlunu, bîçâre, yâhud erkeğini?
«Kimin hesâbına? ..» Bir söz ki: Parçalar beyini!
Bakınca kasdolunan gâyenin şenâ’atine,
Ne olsa çıldırır insan işin fecâ’atine.
Ne milletin şerefiyçin, ne kendi şânın için!
Fedâ-yı cân edeceksin adüvv-i cânın için!
Geber ki sen: Baba yurdun, harîm-i nâmûsun
Yabancı ökçeler altında çiğnenip dursun!
Gebermek istemiyorsun değil mi? Bak ne olur:
Rehin bıraktığın efrâd-ı âilen tutulur,
Birer birer ezilir. Hem nasıl vesâitle:
Yanardı havsalan imkân olaydı tahlîle.

Biraz da geçmeyi ister misin bizim yakaya?
Al işte bir günü mâtemsiz olmayan Asya!
O eski ma’bed-i irfan, o mehd-i İbrâhîm;
O şimdi, boynu bükülmüş zavallı hâk-i yetîm!
Zamân-ı rüşdünü andıkça ağlasın dursun,
İkiz vesâyeti altında İngiliz’le Rus’un.
Sülük benizli vasîler ne emdiler kanını,
Mecâli kalmadı artık çıkardılar canını!
Bütün hazâini Hind’in, o muhteşem yurdun,
Gider de hırsını teskîne üç şakî lordun;
Zavallı yerliyi kıtlık zaman zaman kemirir;
Bu, kan tükürmeye baksın… O, muttasıl semirir!
Hukuk-i millete hâkim denî bir istibdâd.
Hayâtı, rûhu soyulmuş yığın yığın ecsâd
Verir de hepsini kalmazsa hiç mi hiç parası;
Damarlarındaki son damlanın gelir sırası…
Ki saklı durmayacak, ister istemez akacak,
Gidip efendisinin düşmanıyla çarpışarak.
O, can alıp veredursun, bilir misin bu ne der?
«Ölürse hizmet eder, öldürürse hizmet eder! »
Ya çünkü her iki sûret lehinde cânînin.

Şimâle doğru çıkarsan vasiyy-i sânînin,
Neron rezîlini mahcûb eden, şenâ’atini
Görür de zaptedemezsin sâdâ-yı lâ’netini.
Ne dul bıraktı, ne öksüz o hânüman yıkıcı…
Nasıl da keskin ahâlîye karşı kör kılıcı!
Şu’ûn-i câriyeden köy basıp, şehir yakmak…
Sefîlin ordusu kàtil, hükûmetiyse yatak!
Hazarda sulhü tehassürle yâd eden teb’a,
Sürüldü süngüler altında harbe son def’a;
Yıkıldı arkada milyonla bî-günâhın evi.
Yetîm iniltisidir şimdi inleten cevvi!

Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın?
O halde fikr ile vicdâna sâhib insansın.
O halde «Asyalıdır, ırkı başkadır…» diyerek,
Benât-ı cinsin olan ümmehâtı incitecek
Yabancı tavrı yakışmaz senin fazîletine…
Gel iştirâk ediver şunların felâketine.
Ya «Paylaşıldı mı artar durur sürûr-i beşer;
Kederse, aksine: Ortakla eksilir» derler.
Bilir misin ki senin Şark’a meyleden nazarın,
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların?
Hudâ’yı bir tanımak töhmetiyle suçlu olan,
Şu hânümânı yıkık üç yüz elli milyon can,
Nedense, mevte olurken biner biner mahkûm,
Çıkıp da etmedi bir ses bu hükme karşı hücûm!
Nedense, duymadı Garb’ın o hisli vicdânı,
Hurûşu sîne-i a’sârı inleten bu kanı!
Nedense, Arş’a kadar yükselen enîn-i beşer
Sizin semâlara akseyledikçe oldu heder!
Nedense, vahdet-i İslâm’ı târumâr edeli,
Büyük tanıldı, mukaddes bilindi zulmün eli!
Zemîn-i Şark’ı mezâlim kasıp kavurdukça;
O kıpkızıl yüzü hâkin fezâya vurdukça;
Gurûb seyreden âvâre bir temâşâ-ger
Kadar da olmadı dünyâ nasîbedâr-ı keder!
Keder de söz mü ya? Alkışlıyordu cellâdı,
Utanmadan koca Yirminci Asr’ın evlâdı!
Evet, şenâ’ate el çırpıyordular hepsi…
Senin elinde yok ancak bu alkışın levsi.
O nâsiyen -ki pürüz bilmeyen bir âyîne
Berâ’atiyle, bütün kavminin berâ’atine,
Şehâdet etmededir- Şark’a doğru dönmeli ki:
Sizin de Garb’ınızın hâtırât-ı nâ-pâki,
Biraz silinsin onun hiç değilse yâdından.
Hanım, muhîtinizin alçak i’tiyâdından,
-Ki zor görünce yılışmak, zebûnu ezmekti-
Benât-ı cinsini bilsen neler neler çekti!
Onun netîce-i îkàzıdır ki: «Avrupalı»
Denince rûhu sağır, kalbi his için kapalı,
Müebbeden bize düşman bir ümmet anlardık.
Hayır, bu an’anenin hakkı yok, deyip artık,
Benât-ı cinsine göstermek isterim seni ben…
Yabancı durma ki pek âşinâsınız kalben.
O annecikler için duyduğun hurâfeyi at!
Düşünme dest-i musâfâtı Şark’a doğru uzat.
Ne hisli vâlidelerdir bizim kadınlarımız!
Yazık ki anlatacak yok da yanlış anladınız.
Yazık ki onları tasvîr eder birer umacı,
Beş on romancı, sıkılmaz beş on da maksadcı.
Nedir bu anlaşamazlık? Gelin de anlaşınız;
Lisân-ı müşterek olmaz mı kendi göz yaşınız?
Nasîb-i zârına düşmez bu işde fazla keder;
Öbür taraf seni hattâ kederlerinden eder.
İnanmıyor musun? Öyleyse bir hesâb ediniz:

Siz elli yıl oluyor, belki, harbe girmediniz.
Geçen muhârebeden şanlı bir celâdetle
Çıkınca verdiniz evlâd-ı memleket elele;
Çalıştınız gece gündüz, didindiniz o kadar,
Ki hâyuhûy-i tekâmülle cenge döndü hazar!
Sükûn-i mutlak olan sulha verdiniz hareket;
Zamânı, tayy-i vakàyi’de, geçtiniz, hayret!
Bu seyri alması kàbil mi dîger akvâmın?
Koşarsalar da giderler izinden eyyâmın.
Nüfusunuz iki kat arttı, ilminiz on kat;
Uçurdunuz yürüyen fenne taktınız da kanat.
Zemîni satvetiniz tuttu, cevvi san’atiniz;
Yarın müsahharınızdır, bugün değilse, deniz.
Terakkiyâtınız artık yetişti bir yere ki:
Ma’ârif oldu umûmun gıdâ-yı müştereki.
Havâssınız yazıyorken avâmınız okudu,
Yazanların da okutmaktı, çünkü, maksûdu.
Unutmuyordu beyinler süzerken âfâkı,
Nasîb-i nûrunu topraktan isteyen halkı.
Semâya çıkmak için yüksek olmalıydı zemin…
Bu i’tilâyı siz evvelce ettiniz te’min.
Belirdi yurdunuzun sînesinde şâhikalar.
Evet, bu şâhikalar, belki, başkasında da var;
Fakat, sizinkilerin arkasında yok yer yer,
Derin derin uçurumlar, cehennemî dereler.
Neden mi? Kendi değil sivrilip çıkan yalınız,
Zeminle bir gidiyor dâimâ şevâhikınız.
«Beyin»le «kalb»i hem-âheng edip de işleteli,
Atıldı vahdet-i milliyye sakfının temeli.
O vahdet işte bütün ihtişâmınızdaki sır,
Cihâna ra’şe veren ses onun sadâlarıdır.
Teşettüt eyleyerek gâyeniz, bizimki gibi,
Tehallül etmeye koyvermiyor bu terkîbi.
Düşüncelerdeki mebde’ bir olmasın varsın…
Değil mi gâyesi bir hepsinin, ne korkarsın?
Bakılsa dâirenin nısf-ı kutru nâ-ma’dûd;
Fakat umûmuna bir nokta müntehâ-yı hudûd.
Ne ittihâd-ı muazzam ki: Bunca milyonlar
İçinden en sıkı nisbetle binde altı çıkar
O gâyeden bilerek inhirâf eden hisler,
Ziyâde olsa da hattâ, telâşa yoktur yer.
Bizim düşünceler amma sizinkinin aksi!
Demin berâber iken şimdi ayrılır hepsi!
Bu i’tibâr ile baktıkça: Aynı merkezden,
Çıkıp da nâ-mütenahî muhîte doğru giden
Kümeyle hatlara benzer ki muttasıl açılır…
Bizim de işte budur inhilâlimizdeki sır.
O râbıtayla giderken sizin teâlîniz;
Bu tefrikayla perîşan bizim ahâlîmiz.
Sizin işittiğiniz bir terâne, bir perde;
Beşikte, sonra eşiklerde, sonra mektepte.
Hülâsa her çatının altı aynı sesle dolu.
Bütün şu’ûnu bir âhenge rapteden bu yolu
Tutunca, gitgide mekteple, kışla, fabrika, fen
Seçilmez oldu, hakîkat harîm-i âileden.
Bu ittihâdı tabî’î yaşatmak isterdi…
Asıl kemâlini millet o işde gösterdi:
Düşündü hangi semâdan hayâtın indiğini;
Düşündü rûh-i umûmîyi emziren dîni.
Sonunda gördü ki: Ümmette müşterek vicdan
Tehassüsâtını almakta aynı menba’dan;
Kurursa bir gün o menba’ ne his kalır, ne hayât;
Bekà-yı dîn ile kàim hayât-ı cem’iyyât;
Mukaddesâtını tesbîte uğraşıp durdu…
Mücerredât-ı kesîfeyle bir cihan kurdu.
Alınca şekl-i teayyün vatan heyûlâsı,
Budur revâbıt-ı milliyyenin en a’lâsı,
Deyip sarılmada aslâ tereddüd etmediniz.
Nasılsa mektebiniz tıpkı öyle ma’bediniz.
Ne çan sadâsı boğar san’atin terânesini,
Ne susturur medeniyyet bu âhiret sesini.
Muhîtiniz ne acâib muhît-i velveledâr:
Ki her gürültüsü bir başka intibâha medâr!
Sanâyi’in ne var âfâkı tutsa demdemesi?
Bedâyi’in de münevvim değil ki zemzemesi.
Ne mûsıkînize girmiş uyuşturur nağamât;
Ne şi’rinizden olur târumâr fikr-i hayât.
Onun lisân-ı semâvîsi rûha söylerse;
Bununki rûh-i me’âlîyi nefheder hisse.
Gelip de görmeli san’atte gâye var mı imiş?
«Hayır» denir mi ki: Her gâyenizde en müdhiş,
En ince san’atin esrârı yükselip duruyor?
Sizinki yüksele dursun biraz da gel bizi sor!
Beşikte her birimiz bir terânedir işitir,
Ki bestekârı tabîat değil de an’anedir.
Evet, bu an’anenin tellerinde mâzîmiz
Terennüm etse o parlak sesiyle râzîyiz.
Fakat mefâhir-i ecdâdı nakleden «ana» tel,
Bakılmayıp da asırlarca kalmadan mühmel,
Ya büsbütün sağır olmuş, ya öyle paslanmış:
Ki hangi perdeye vursan, çıkan sadâ yanlış.
Bu tel ki «Yıldırım»ın dâsitân-ı satvetini
Başında besteleyip, ceddimin sabâvetini
Zafer havâsına doymaksızın uyutmazdı;
Bugün uyuşturuyor «ninni»lerle ahfâdı!
Eşikten atlamak isterseler hayâta yarın,
Beşikte duyduğu sesler gelir, bu yavruların
Dokur ufukları üstünde bir serâb-ı kesîf,
Ki yırtarak çıkabilmek ümîdi hayli zaîf!
Geçer şebâbımızın en güzîde eyyâmı
Hayâtı anlayarak atmadan bu evhâmı!
Hayatı anlamıyor… Çünkü görmüyor, okuyor;
Zavallı kırkına gelmiş de ağzı süt kokuyor!
Okutma: Bitti; okut: Serserî-i şi’r ü hayâl!
Okutmasan da, okutsan da aynı istikbâl!
Hesâb edilse: Cehâlet kadar çıkar mühlik,
Ma’ârif oldu mu bir yerde sâde müstehlik.
Ulûm-i hâzıradan beklenen menâfi’idir.
Demek, birincisi ilmin: Hayâta nâfi’idir.
O halde bizdekiler sadra hiç değil şâfî.
Fünûn-i müsbeteden istifâdemiz menfî;
Ne kaldı, bir edebiyyâtımız mı? Vâ-esefâ!
Bırak ki ettiği yoktur bir ihtiyâca vefâ;
Ya rûh-i milleti afsunluyor, uyuşturuyor;
Ya sînelerdeki hislerle çarpışıp duruyor!
Şarâb kokmada eslâfın en temiz gazeli…
Beş altı yüz sene «sâkî» hevâ-yı mübtezeli,
Sinir bırakmadı Osmanlılar’da gevşemedik!

Muhîtin üstüne meyhâneler kusan bu gedik,
Kapanmak üzre iken başka rahneler çıktı;
Ayakta kalması lâzım ne varsa hep yıktı.
«Değil mi bir tükürük alna çarpacak te’dîb,
Ne hükmü var? » diye üç beş hayâ züğürdü edîb,
Bitirmek istedi ahlâkı, ârı, nâmûsu;
Çıkardı ortaya, gezdirdi, saksılar dolusu,
Hevâ-yı fuhşu kudurtan zehirli «Zanbak»lar!
…………………………………………………………………..
…………………………………………………………………..

«Okur yazar» denilen eski baş belâsından,
Olunca ümmet-i merhûme büsbütün me’yûs;
Muhît-i fikrine çullandı kanlı bir kâbûs.
Çekilse: Arkada mâzî denen leyâl-i azâb;
Atılsa: Önde bir âtî ki dalga dalga serâb!
Ne gökte yıldıza benzer ufak bir aydınlık;
Ne yerde göz kadar olsun ışıldayan bir ışık,
Adem bulutları döktükçe gölge tûfânı,
Kefenli gezmede mevtin hayâl-i üryânı!
Bağırmak istedi, lâkin duyulmuyordu sesi.
Bunaldı… Çünkü tıkanmıştı büsbütün nefesi.
Nihâyet oldu bu rü’yâdan öyle bir bîdâr:
Ki hepsi gitmiş elinden, ne yâr var, ne diyâr!
Çatırdamakta bütün hânümânının temeli;
Alev, saçaklara sarmış… Yerinde yok Rumeli!
Şakî çarıkların altında hurdehâş îmân,
Hudâ’yı titretiyor eyledikçe istîmân!
Domuz çobanları «Balkan»da hânedân-ı vakùr
O hânedânlar, o beyler bütün bütün makhûr.
Reîs-i âileler kâmilen şehîd olmuş;
Kapanmış evlere dullar, yetîmler dolmuş.
Zemîn-i câmidi seyyâl bir alevdir bürüyor:
Bütün sular durarak pıhtı pıhtı kan yürüyor.
Değil ki mahremi olsun yabancı enzârın,
Bu ihtimâli tasavvurdan ürken ebkârın,
Açılmadık yeri yok şimdi, hepsi meydanda;
Ridâ-yı ismeti bir yanda, kendi bir yanda.
Harîminin eşiğinden uzanmamış başlar
-Üzerlerinde muhâfız bölük bölük canavar-
Sürüklenip karakışlarda Varna sâhiline,
Sefînelerle taşınmakta Rusya dâhiline!

Bu, yanmadık yeri kalmışsa, kağşamış yurda,
Meğerse Avrupa kundak sokar dururmuş da,
«Uyan şu uykudan, etrâfı yangın aldı, yetiş! »
Demek lüzûmunu hiçbir beyin düşünmezmiş.
Unutmuşum, bunu olmuştu hisseden gerçek…
Çıkıp da: «Ortada fol yok, yumurta yok» diyerek!

Sizin de varsa da pek kanlı bir hezîmetiniz;
Bizimkiler ona benzer mi; nerde! Nisbetsiz.
Fransız ordusu gâlipti vâkıâ «Yena»da;
Fakat yenilmediniz, bence, siz Napolyon’a da:
Zafer değil de nedir öyle bir perîşanlık,
Ki buldu verdiği gayretle vahdet Almanlık?
«Sedan»da hârikalar gösteren bu vahdettir;
Demek, o kanlı hezîmet de bir sa’âdettir.
Bizim felâketimiz böyle olmuyor aslâ:
Muhîti ye’s ederek her taraftan istîlâ,
Ne intibâha, ne ikdâma vermiyor meydan.
Bunun da hikmeti: Millette bir değil vicdan.
Vatan gülünce, bizim muhterem vatandaşlar
Tahammül etmez olur, ekşi çehreler başlar!
Mesâib etmeye görsün zavallı mülkü zebun;
Asık suratlıların hepsi münbasıt, memnun!
Nasıl bu memleket âtîden olmasın nevmîd?
Ufuklarında sönük bir ziyâ, cılız bir ümîd
Belirmesiyle, bakarsın, deminki baykuşlar,
Meşîmesinde fezânın o nûru boğmuşlar!
Koşarken Avrupa ta’cîle ihtizârımızı;
İçerde bir sürü hâin kazar mezârımızı!
«Gebermek istemeyiz biz! » desek de kim dinler?
Kımıldasan, «Ezeriz, mahvolursunuz! » derler!
Kımıldamaz da durursan, işittiğin nakarat:
«Çalışmayanlar için yok cihanda hakk-ı hayat.»
Sözün hülâsası: Beyhûdedir boğuştuğumuz;
Çalışmasak da, çalışsak da mevte mahkûmuz!
Ne söyleyip duruyor, görmedin mi İngiliz’i:

«Üzülmeyin, yaşamaktan kesin ümîdinizi!
«Hakîkat ortada, ma’nâsı var mı evhâmın?
«Bilirsiniz ki: Mısır, kâinât-ı İslâm’ın
«O sıska gövdesi üstünde âdetâ kafası;
«Diyâr-ı Hind ise, göğsünde kalb-i hassâsı;
«Sizinkiler de, kımıldanmak isteyen koludur.
«Ki boş bırakmaya gelmez, ne olsa korkuludur!
«Biz İngilizler olup hâli önceden müdrik;
«O beyne pençeyi taktık, o göğse yerleştik.
«O halde bir kolu kalmış ki bizce çullanacak,
«Yolundadır işimiz bağladık mı kıskıvrak!
«Hem öyle zorla değil, çünkü «fikr-i kavmiyyet»
«Eder bu gâyeyi teshîle pek büyük hizmet.
«O tohm-i lâ’neti baştan saçıp da orta yere,
«Arap’la Türk’ü ayırdık mı şöyle bir kere,
«Ne çarpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı;
«Halîfe’nin de kalır sâde bir sevimli adı!
«Donanmamızla verip, sonra, Şark’ı velveleye,
«Birinci hamlede bayrak diker Çanakkale’ye;
«İkinci hamleye Dârü’l-Hilâfe! der çekeriz! »
İşit de ağla! Fakat biz ne mazhariyyetsiz,
Ne bahtı kapkara milletmişiz ki dünyâda;
Şu beyni kurtaralım der, koşarken imdâda;
Beş altı pençe bir olmuş boğazlamakta bizi!
Silindi gitti Hilâl’in şu anda belki izi,
Zavallı Marmara’nın şerha şerha bağrından!
Bir İngiliz bezidir, belki, şimdi dalgalanan
Bizim Çanakkale âfâk-ı târumârında,
O Dâr-ı Saltanat’ın bâb-ı şerm-sârında!

Sen ey Boğaz ki, uzattın da âhenin kolunu,
Halîfe yurdunu tehdîd eden deniz yolunu,
Cihâna karşı asırlarca bağladın durdun;
Açık değil ya henüz rehgüzâr-ı mesdûdun;
Yerinde kaldı ya kıblem, harîm-i îmânım?
Hudâ rızâsı için söyle, pek perîşânım!
Uzakta olmama rağmen civâr-ı zârından,
Civârım inliyor âvâz-ı ihtizârından!
Şu anda cebheni görmekteyim: Ateş yağıyor;
Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor!
Nigâhı bin bu kadar mil mesâfeden kavuran,
Alevleriyle beraber, o seyle karşı duran,
Karaltılar nedir, asker mi, taş mı, gölge midir?
Hudâ rızâsı için, seçmiyor gözüm, bildir.
Ne taş, ne gölge, ne asker… Serâb, korkuyorum,
Yığınla kül kesilen sırtlarında manzûrum!
Taş olsa, çünkü, erir; gölge olsa parçalanır;
Taşar gelir de bu tûfan, önünde sed mi tanır!
Durun! .. Kımıldanıyor gördüğüm hayâletler…
Bakın: İlerledi… Asker! Hudâ bilir, asker!
Evet, gözüm seçiyor şimdi bir bir efrâdı:
Halîfe ordusunun en muazzam evlâdı,
Ki pâk alınları İslâm için son istihkâm.

Hudâ rızâsı için ey mücâhidîn-i kirâm!
Sebâtı kesmeyiniz, çünkü, sâde sizde ümîd;
Dönerseniz ebediyyen söner gider Tevhîd,
Harîm-i hak yıkılır savletiyle evhâmın.
O elde tuttuğunuz yer hayât-ı İslâm’ın
Yegâne ukdesidir. Yâd ayak basarsa eğer,
Olur me’âlimi dînin bir anda zîr ü zeber!
Ümîdi sizde kalan üç yüz elli milyon can
-Ki hasta göğsünü yıkmakta şimdiden helecan-
Kopup damarları şîrâzesiz kitâba döner;
Kalır sahâifi yerlerde rast gelen çiğner!
Minâreler sökülür sînesinden âfâkın;
Fezâya söylemez artık lisânı Hallâk’ın!
Onüç, onüç buçuk asrın ne varsa kalbinde,
Hayât-ı mâziyemizden, şu ân için, zinde;
Boğar da hepsini bir bir tutup tutup nisyan,
Bütün mefâhirimiz bir serâb olur o zaman!
Göçer hazîre-i târîhe Beyt’i Mevlâ’nın;
Çürür gider ayak altında göğsü Kur’ân’ın!
Bilirsiniz ki, hemen, yüz yüzelli yıldır, biz,
Ne varsa elde verip muttasıl çekilmedeyiz!
Ömer’lerin, Yavuz’un biz vefâsız evlâdı,
Sıyânet eylemedik yâdigâr-ı ecdâdı.
Ne yâr-ı candı o, lâkin biz olmadık ona yâr;
Sonunda parçalanıp yurdumuz, diyar diyar,
Küçüldü öyle ki: Yoktur yaşatmak imkânı,
Dönüp de arkaya nâmûsu, dîni, vicdânı!
Evet, bu hisler için bir mezâr olur ancak,
Kalırsa elde nihâyet beş on karış toprak!
Enîn içinde vatan… Kıymayın şu mazlûma,
Hudâ rızâsı için ric’at etmeyin! ..

— Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;
Değil mi cebhemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;
Değil mi cenge koşan Çerkes’in, Lâz’ın, Türk’ün,
Arap’la, Kürt ile bâkîdir ittihâdı bugün;
Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe sarsılmaz!
Nasıl ki yarmadan âfâkı pâre pâre düşer,
Hudâ’yı boğmak için saldıran cünûn-i beşer;
Nasıl ki nûr-i hakîkatle çarpışan evhâm;
Olur şerâre-i gayretle âkıbet güm-nâm,
Şu karşımızdaki mahşer de öyle haşrolacak.
Yakında kurtulacaktır bu cebhe…
— Kurtulacak? ..
Demek yıkılmayacak kıble-gâh-ı âmâlim…
Demek ki ölmüyoruz…
Haydi arkadaş gidelim!

Berlin: 5 Mart 1331
18 Mart 1915

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir