Afganistan Herat Şehrin de Yaşamış İslam Alimleri

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

MOLLA CÂMÎ
Hirat’ta yetişen âlim ve büyük velîlerden. İsmi, Abdurrahmân bin Nizâmeddîn Ahmed, lakabı Nûreddîn’dir. Câmî ve Mevlânâ nisbetleriyle meşhûr oldu. Anadolu’da Molla Câmî diye tanınmaktadır. 1414 (H.817) de İran’ın Câm kasabasında doğdu. İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin neslindendir. Beş yaşında Muhammed Pârisâ hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühe kavuştu.

Mevlânâ Abdurrahmân’ın babası Nizâmeddîn Ahmed, ilim ve takvâ sâhibi idi. Haramlardan şiddetle kaçardı. Oğlunun ilim ehli olması için Herat’daki Nizâmiyye Medresesine getirdi. O sırada Abdurrahmân Câmî henüz küçüktü, bülûğ yaşına gelmemişti. Fakat medresede; zekâsı, meseleleri anlamaktaki fevkalâde kavrayışı, hocaları ve arkadaşları üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Tahsîlinin başlangıcında,Muhtasar ve Telhîs adlı eserler üzerinde çalışırken, daha önce gelen ileri sınıftaki arkadaşları Şerh-i Miftâh ve Mutavvel isimli kitapları okuyordu.Mevlânâ Abdurrahmân, kısa zamanda kendi kitaplarını bitirip, en ileri seviyedeki arkadaşlarının okuduğu kitapları okumağa başladı. Arkadaşlarına yetişip onları geçmesi, herkesi şaşırttı. Bunun üzerine hocaları; “Semerkand, Semerkand olalıdan beri, Molla Câmî’den daha zekî ve kâbiliyetli bir kimse görmedi.” demekten kendilerini alamadılar. Burada HâceAli Semerkandî’nin, Şihâbüddîn’in ve Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî’nin derslerine devâm etti. Din ilimlerinden başka, fen ilimlerine ilgi duyan Molla Câmî, Uluğ Bey zamânında BursalıKadızâde Rûmî’nin matematik derslerine de devâm etti. Bu sırada Herat’da, meşhûr astronomi âlimi Ali Kuşçu ile görüştü. Ali Kuşçu, Molla Câmi’ye astronomi ilmine dâir güç ve zor sorular sordu. Sorulanların hepsini, en ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı cevaplandırdı. Ali Kuşçu, bu cevaplara hayran kaldı. Sonra Ali Kuşçu’ya dönerek; “Sizin ilim hazînenizde bundan daha üstün bir nesne yok mudur?” diyerek latîfe etti. Ali Kuşçu ise; “Molla Câmî ile karşılaştıktan sonra, ondaki bilgilerin normal yol ile elde edilen bilgilerden olmadığını ve bunların Allahü teâlânın ona bir ihsânı olduğunu anladım.” demekten kendini alamadı.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, kısa zamanda aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Hattâ, Herat’ta meşhûr beş âlimden birisi oldu.

Herat’ta Sâdüddîn-i Kaşgârî hazretleri, her gün câmi kapısının önünde, namazdan önce ve sonra talebeleriyle sohbet ederdi. Molla Câmî’nin de yolu, oradan geçerdi. Sâdüddîn-i Kaşgârî ne zaman Molla Câmî’yi görse; “Bu gençte görülmemiş bir kâbiliyet var. Onun hâline âşık oldum. Bu gencin, bu istidâdını boşa kullanmaması için onu yetiştirmeliyiz. Fakat bunu kendisinin taleb etmesi lâzım.” buyururdu. Molla Câmî, bir gün rüyâsında Sâdüddîn-i Kaşgârî hazretlerini gördü. Molla Câmî’ye; “Öyle bir sevgiyle bağlan ki, bırakmak mümkün olmasın.” buyurdu. Bu rüyâ, Abdurrahmân Câmî’ye pek fazla tesir etti. O anda Horasan’da idi. O gün hemen yola çıkıp, Herat’a geldi ve Sâdüddîn-i Kaşgârî’nin huzûruna girdi. Onun sohbeti ile şereflendi. Bu sohbette, kalbinde pekçok değişikliklere şâhid oldu. Sâdüddîn-i Kaşgârî’nin bâzı kerâmetlerini görünce, ona bağlılığı daha da arttı. Zâhirî ilimlerin yanısıra, bâtınî ilimlerde de yükselmek içinSâdüddîn hazretlerine canla başla hizmet etmeye, onun teveccühlerine kavuşup, fevkalâde olgunluklara sâhib olmaya başladı. Sâdüddîn-i Kaşgârî, Molla Câmî’nin ilk geldiği gün; “Rabbimize hamdolsun ki, Mevlânâ Abdurrahmân gibi bir şâhin tuzağımıza düşmüştür. Artık bunu yetiştirmek, zâyi etmemek lâzımdır.” buyurdu. Artık hep onunla meşgûl olmaya başladı.

Molla Câmî’nin, Sâdüddîn-i Kaşgârî’nin talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî; “Beş yüz yıldan beri Horasan toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim erbâbını, Mevlânâ Sâdüddîn-i Kaşgârî, bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi “Ahrâriyye” ismi verilen yoluna aldı.” buyurdu.Mevlânâ Abdürrahîm ise; “Abdurrahmân Câmî, aklî ve naklî ilimleri bırakıp tasavvuf yoluna girene kadar, insanı zâhirî ilimlerden başka hiçbir şey kemâl derecesinde olgunlaştıramaz derdim. Fakat onun tasavvufa yönelişinden sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım.” dedi.

Abdurrahmân Câmî, Sâdüddîn-i Kaşgârî hazretlerinin emriyle tenhâ bir yerde halvet etmeye, nefsini terbiye için riyâzet ve mücâhede yapmaya başladı. Yâni, nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için uğraştı. Vakitlerini, insanlardan uzak yerlerde Allahü teâlâyı zikretmek, namaz kılmak ve Kur’ân-ı kerîm okumakla geçirdi. Âdetâ insanlarla konuşmayı unuturcasına onlardan ayrıldı. Aylarca devâm eden bu hâlin sonunda kalb gözü açıldı ve melekler âlemini seyretmeğe daldı. Daldığı bu âlemin tecellîleri onun gözünün önünde belirdi ve her şeyden sıyrılmış olarak kendini Allahü teâlâya verdi. O zaman anlıyamadığı bir arzu ile Kâbeye doğru yollara düştü. Bir müddet gittikten sonra kendine gelip; “Ben hocamdan izin almadan nereye gidiyorum? İzinsiz ve rızâsız bir iş yapılır mı? Bu benim yaptığım doğru değildir, derhâl dönmeliyim.” diyerek, hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî’nin huzûruna döndü. Bu hâdise üzerine Molla Câmî buyurdu ki: “Bu “Ahrâriyye” ismi verilen âlimler silsilesinin yoluna ilk girdiğim zamanlarda, bana nûr belirtileri görünmeye başladı.Hocamın emri üzerine bunlara iltifât etmeyip, o nûrun devamlı olmasını sağlamaya çalıştım. Şunu iyi bilmelidir ki; nûr, keşif ve kerâmetin meydana gelmesi, insanın tamâmiyle olgunlaştığına, nefsini terbiye ettiğine işâret değildir. Bunlara güvenmemelidir. Talebeye en üstün kerâmet, hocasının sohbetiyle pişmesi, onun teveccühleri altında nefsinden kurtulmasıdır.”

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî hazretleri, Sâdüddîn-i Kaşgârî’nin yıllarca sohbetinde bulunarak, onun teveccühleri altında yetişti. Onun halîfesi, vekîli oldu. Hocası, 1456 (H.860) senesinde Herat’da vefât etti.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, zamânındaki âlim ve evliyâ ile görüşür, onlarla sohbet ederdi. Bunlardan biri Muhammed Esed, biri Ubeydullah-i Ahrâr hazretleridir. Ubeydullah-i Ahrâr ile dört defâ buluştular. İlk görüşmelerinde Ubeydullah-i Ahrâr’ın büyüklüğünü kabûl edip, ona bağlandı.

Onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ayrı oldukları zamanlarda, mektup ile haberleşirlerdi. Birbirlerini ziyâret ettiklerinde, sohbetlerinin ekserisi sükût içinde geçerdi. Fakat kalbden çok şeyler konuşurlar, dışarıdan seyredenler hiç konuşmuyor sanırlardı. Bir defâsında Molla Câmî, Taşkend’e Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerini ziyârete gitti. Orada on beş gün kaldı. Umûmî olarak sohbetleri konuşmasız geçiyordu. Arada sırada Ubeydullah-i Ahrâr bâzı şeyler anlatıyordu. Fakat bu konuşulanları orada bulunanlar anlamıyorlardı. Bir ara Molla Câmî; “Efendim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî’nin Fütûhât’ında bâzı mevzûlarda müşkilimiz vardır. Bunların îzâhını istirhâm ediyorum.” dedi. Hâce Ubeydullah emir buyurup Fütûhât kitabı getirildi. Anlaşılmıyan yerler gösterildiğinde; “Okuyun, dinleyelim!” buyurdu. Kitapdaki o mevzû, tâne tâne okundu. Sonra Ubeydullah hazretleri îzâh etti, fakat bu îzâhı orada olanlar anlayamadılar. Bu îzâhın anlaşılmadığını gören Hâce Ubeydullah; “Kitabı kapatınız!” buyurdu. Kapattılar. Bir müddet sessizlik hâkim oldu. Ubeydullah-i Ahrâr murâkabeye vararak, başını göğsüne eğip tefekküre daldı. Sonra; “Şimdi kitabı açınız!” buyurdu. Açtılar ve okumaya başladılar. Bu defâ, okudukça yazılanlar anlaşılmaya başlandı. Daha önce niçin anlayamadıklarına hayret ettiler. Ubeydullah-i Ahrâr’ın bir nazarı, himmeti ve duâları bereketiyle, anlaşılmayan mevzû, bir defâ daha okununca anlaşılır hâle geldi. Nitekim Mevlânâ Abdurrahmân Câmî; “Hâce Ubeydullah-i Ahrâr öyle bir kimse idi ki, bir bakışları ile hasta kalbleri ıslâh eder, kalbi dünya düşüncelerinden o derece çabuk temizlerdi.” buyurdu.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, 1472 (H.877) senesinde Hicaz’a gitmek için yola çıktı. Her geçtiği şehirdeki âlimler onu karşılıyarak, ziyâret edip, hayr duâsını aldılar. Bilmedikleri müşkillerini sorarak, verdiği cevaplara hayran kaldılar. Bağdât’ta Eshâb-ı kirâm düşmanları ile yaptığı münâzaralarda hep gâlip geldi. Bâzı insaflı olanların tövbe etmesine sebeb oldu. Uğradığı yerlerde, sultanlardan, emîrlerden ve halktan pekçok hürmet, izzet ve ikrâm gördü. Daha önce vefât etmiş büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Medîne-i münevvereye geldiğinde, Peygamber efendimize olan muhabbetini dile getiren kasîdeler söyledi.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Hicaz seferi esnâsında bir Arabî ile karşılaştı. Molla Câmî’nin güzel bir devesi vardı. O deve Arabî’nin hoşuna gitti. Arabî, kendi kafasına göre bir fiyat biçerek o deveyi satın almak istedi. Câmî, Arabî’nin ısrârına dayanamıyarak verilen fiyata devesini sattı.Arabî, kendi yükünü yükledi ve deveyi alıp gitti. Aradan on gün kadar bir zaman geçtikten sonra, o deve çölde kum fırtınasına tutulup öldü. Arabî, Mevlânâ Câmî’ye gelip; “Bana hasta bir deveyi sattın.” diyerek, küstahça sözlerde bulundu. Haddinden fazla edebsizlik etti. Molla Câmî, adama parasını geri vererek; “Deve nerede öldü?” buyurdu. O da; “Falan yerde, istersen gidip görelim.” dedi. Molla Câmî, devenin öldüğü yere gitmeyi kabûl etti. Yola çıkmadan evvel, yakınlarından bir kimseye buyurdu ki: “Bu Arabî’nin ölümü yaklaştı.” Arabî, Mevlânâ Câmî’yi tam devenin kum fırtınasına tutulduğu yere getirince düşüp can verdi.

Hac vazîfesini yaptıktan sonra Haleb’e geldiler. Orada da bütün halk onu saygıyla karşıladı. Pekçok ikrâmlarda bulundular. Oradan Tebrîz, Horasan ve Herat’a gitti.

MollaCâmî hacdan dönünce, Hüseyin Baykara’nın kendisine tahsis ettiği bir medresede ders vermeye başladı. Arab diline ve edebiyâtına büyük ilgi duyan Câmî, bu dilde birçok eser yazmıştır. Oğlu Ziyâüddîn Yûsuf için yazdığı El-Fevâid-üz-Ziyâiyye fî Şerh-il-Kâfiye adlı Arabca gramer kitabı, müslüman Türkler arasında Molla Câmî adıyla çok tanınmıştır ve medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Mevlânâ Abdurrahmân, Sadüddîn-i Kaşgârî’nin halîfesi, vekîli olduğu hâlde, önceleri tasavvuf edeblerini başkalarına bildirmekten çekinirdi. “Hocalık yükü çok ağırdır. Bu yüke tahammül edemem.” der ve bu ilmi öğrenmekte çok ısrâr edenlere yardımcı olurdu. “Tâlib çok, fakat hakîkî sâdık olanlar çok az…” buyururdu.

MollaCâmî’nin sohbetinde bulunanlar, gam ve kederlerini unuturlar, neşe ve ferahlık duyarlardı.

Sultanlara, vezirlere, vâlilere ve devlet büyüklerine yazdığı mektuplarda; onlara dâimâ iyiliği, hayrı, adâleti, halka şefkatle muâmeleyi tavsiye ederdi.

Hindistan’da Timûroğulları devletinin kurucusu olan Bâbûr Şah, Molla Câmî hakkında; “Zamânında, zâhirî ve mânevî ilimlerde onun gibisi yetişmemiş gibidir. Onun övülmeye ihtiyâcı yoktur. Ancak adını anmak, bizim için kurtuluşa vesîledir.” derdi.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, şöhret ve îtibâr kazanmaktan kaçardı. Halkın övmesine ve yermesine ehemmiyet vermezdi. Dâimâ namazda oturur gibi oturur; Hakka ve halka karşı hürmet göstermek yönünden böyle oturmayı tercih ederdi. Çok defâ kuru toprak üzerine otururdu. Meclisine gelenler gam ve kederlerini unuturlar, neşe ve ferahlık duyarlardı. Sofrasında misâfirsiz yemek yemez, hizmetini görenlerle berâber yemek yemekten zevk alırdı. Kendi ihtiyâcından fazlasını hayır işlerine sarfeder, ilim talebelerinin ihtiyaçlarını görürdü. Herat’da ve Hıyâban şehirlerinde birer medrese, Câm şehrinde de bir câmi yaptırdı.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, bir defâ okuduğu kitabı hiç unutmazdı. Onun için de bir daha bakma durumu olmazdı. Dünyâya meyletmez, âhiret hayâtına hazırlıkla meşgûl olurdu. Yatsı namazını kıldıktan sonra, bir saat kadar cemâatle sohbet ederdi. Sonra Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olur, namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okumakla vakitlerini değerlendirirdi. En fazla uykusu, gecenin üçte birinden az olurdu. Geri kalan zamânını ibâdet etmekle geçirirdi.Sabah namazından sonra, işrâk vaktine kadar cenâb-ı Hakk’ın yarattıkları hakkında tefekkür, murâkabe ederdi. Öğleye kadar eser yazma, kitap mütâlaası üzerinde durur, öğleden sonra talebeleriyle meşgûl olurdu.

Molla Câmî, Ehl-i Beyt’e ve Eshâb-ı kirâma âşık idi. Onlara kötü gözle bakanlara, uygun olmayan sözler sarfedenlere derhâl cevaplarını verir ve sustururdu. Bu sebeple Eshâb-ı kirâm düşmanlarıyla hiç uyuşamadı ve onların dâimâ tenkidlerine mâruz kaldı. Silsilet-üz-Zeheb ismindeki kitabında, îtikâdnâme başlığı ile Ehl-i sünnet îtikâdını, otuz bahiste ve çok güzel bir üslûp ile anlattı.

Molla Câmî, dîvânında, Türk hâkânı Fâtih Sultan MehmedHâna hitâben, onu övücü şiirler yazdı. Ayrıca onun oğlu Sultan Bâyezîd’i medheden kasîdeleri de bulunmaktadır. Fâtih için söylediği kasîdelerden bâzılarının Türkçeye tercümeleri şöyledir:

Ey kuzeyden esen rüzgâr! Ne hoş kokular getiriyorsun. Haydi arzuların kıblesi olan semte doğru es!

Ilık nefesine samîmiyet kokularını karıştır.Ve hep ihlâs yolundan giderek hedefe ulaş.

Ricâ ve duâ denkleriniHorasan’da bağladıktan sonra, Rum diyârına doğru yürü.

Yolda bu yolun usûl ve erkânını öğren. Büyüklerin yetiştiği dergâhın nerede olduğunu sor.

Oraya varınca yüzünü hizmetçilerin ayak tozlarına sür. İzin isteyip, yeri öperek huzûra gir.

O cihâd eri, gâzî pâdişâhın önünde hikmetler saçarak söze gir ve;

“Ey mertebesi yüksek pâdişâh! Sana dünyâ mülkü, atalarından kalma bir mîrâstır.” de.

Dünyâda pek az kimse, böyle büyüklük ve ihtişam tahtında senin gibi feyz verme olgunluğuna sâhib olabilmiştir.

Sünnet-i seniyyenin her tarafa yayılması senin gayretinle oldu.

Küfür yuvaları, kiliseler, yine senin himmetinle câmiye çevrildi.

Harplerdeki isâbetli tedbirlerinle, küfür ve sapıklık kal’alarını kökünden yıktın.

Dâimâ şefkat ve merhamet tarafına yönelmiş, kötü huylardan temizlenmiş bir pâdişâhsın.

Seni kıskananların aksine, her türlü hikmet, şeref, yiğitlik ve cömertlik sıfatları sende toplanmış…

Cömertlikte deryâ gibisin, sanki altın mâdenisin. Hattâ deryâdan da, altın ocağından da cömertsin.

Şu gök kubbenin zirvesi var oldukça ve dünyâ yerinde durdukça,

Allahü teâlâ, gönlüne uygun ihsânlarda bulunsun, dünyânın şerefi ayaklarının altına serilsin, dilerim.”

Ey etrâfa amber kokuları saçan seher rüzgârı! Mâdemki duâ ve senâ demetleri diziyorsun,

Bu garip şiirlerden birkaçı o selîm akıllı edîb pâdişâha lâyık ola.

Sana emânet ettiğimiz bu garip armağanları sultânın meclisine götür.

Bu kıymetsiz hediyemi onun yüce ve şerefli huzuruna sunarken, de ki:

“Karınca, muhabbet ve sadâkat yönünden, Süleymân aleyhisselâmın katına yarım çekirge ayağı gönderdi.

Nitekim, “Armağanlar, gönderenin değeriyle ölçülür” diyerek sözü bitirmeye bak.

Fazla ısrâr etme, lütfen selâm ve hürmetimi söyleyerek kelâma son ver”.

Ayrıca Sultan İkinci Bâyezîd hakkında da kasîdeleri vardır. Molla Câmî ile Osmanlı sultanları arasındaki bu alâka, Osmanlı sultanlarının ilim, tasavvuf, şiir ve edebiyâta çok önem vermelerindendir.

Osmanlı sultanları, Mevlânâ Abdurrahmân Câmî hazretlerini çok sevdiler. Onun duâsına kavuşmak için can attılar. Bu sebeple Fâtih Sultan Mehmed Hân, onu Anadolu’ya dâvet etti. Konya’ya geldiğinde, Fâtih SultanMehmed Hânın vefât haberini alınca geri döndü.

Osmanlılar, Molla Câmî’yi ne kadar çok sevdilerse, İran’daki Safevî şahları da o kadar çok düşmanlık ettiler. Eshâb-ı kirâm düşmanları Horasan’a hücûm ettikleri sırada, MollaCâmî’nin oğlu, babasının kabrini açarak, mübârek cenâzesini başka bir yere defnetti. Eshâb-ı kirâm düşmanları Horasan’ı istilâ edip, Molla Câmî’nin kabr-i şerîfini açtıkları zaman, mübârek cenâzesini bulamadılar. Ona olan düşmanlıklarından, kabirde bulunan tahta parçalarını yaktılar. Şâh İsmâil de, kendi devrinde Herat’ı zaptettiği zaman şu emri verdi: “Mevlânâ Abdurrahmân Câmî’nin nerede bir kitabı görülürse, kitabın üzerindeki Câmî ismindeki “Cim” harfinin noktasını kazıyıp, harfin üzerine nokta koyun. Bu sûretle Câmî ismi, Hâmî (olgunlaşmayan kimse) olsun.” Bu hâdiselere Horasanlı âlimler çok üzüldüler. Mevlânâ Abdurrahmân Câmî’nin yeğeni; “Yazıklar olsun, ülkeler fetheden Şâh’ın insafına! O Câmî ki, bir ömür boyu cihân, onun kapısında köle olmuştur. Ne yazık ki, birkaç traşsız haydudun hatırı için, isminin altındaki noktayı yontturdu da, hâmî yazdırayım derken hamlık etti” demekten kendini alamadı.

MollaCâmî’nin meclisine, bir gün edebi kıt olan biri geldi. Büyüklerin huzûrunda izin verilmeden konuşulmayacağını bilmiyordu. Zühdden takvâdan dem vurmağa, bilgiçlik taslamağa başladı. Bir müddet sonra sofra kuruldu ve yemek yenmeye başlandı. Sofrada tuz yoktu. O kimse, hizmetçiye; “Ben yemeğe tuz ile başlarım. Tuz getir.” dedi. Onun bu hâline Molla Câmî üzüldü ve; “Ekmekte tuz vardır. Ona niyet eyle.” buyurdu. Bu sırada ekmeği tek elle koparan birine de; “Ekmeği bir el ile koparmak mekruhtur.” deyince, Molla Câmî de; “Yemek esnâsında başkalarının el ve ağızlarına bakmak, ekmeği tek el ile koparmaktan daha çok mekruhtur.” buyurdu. O kimseye bu söz de kâfi gelmedi. Bir ara yine; “Yemek yerken konuşmak sünnettir.” dedi. Molla Câmî de; “Çok konuşmak mekruhtur.” buyurdu. O edebi kıt kimse, artık yemek sonuna kadar hiç konuşmadı.

Bir kimse Molla Câmî’ye gelerek; “Bana öyle bir şey öğretin ki, kalan ömrümde onu yaparak cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanayım.” dedi. Molla Câmî; “Hocam Sâdüddîn-i Kaşgârî’ye de aynı suâli sormuşlardı. Cevap olarak, mübârek elini sol göğsü üzerine götürüp, kalbini işâret etti. Bununla meşgûl olun, kalbinizden kötü huyları çıkarıp, yerine iyi ve beğenilen huyları yerleştirin demek istedi.” buyurdu.

Molla Câmî’yi çok sevenlerden biri anlattı: “Mevlânâ Abdurrahmân Câmî ile hacca berâber gitmiştik. Bağdât’a geldiğimizde hastalandım. Her geçen gün hastalığımın arttığını hissediyor, öleceğimi sanıyordum. Mevlânâ hazretleri de ziyâretime hiç gelmemişti. Bunun için de ayrıca üzülüyordum. Aradan günler geçtiği hâlde, yataktan kalkamıyordum. Birgün arkadaşımızın biri koşarak yanıma gelip; “Mevlânâ Câmî seni ziyâret için geliyor.” diyerek müjdeledi. Bu sevinçli haber, bende yatağımdan doğrulacak kadar bir kuvvet meydana getirdi. Yatağın içine oturup beklemeğe başladım. Derken odama girdi. Onun girmesiyle, loş odam birden aydınlanıverdi. Yatağımın kenarına oturdu. Hâlimi, hatırımı sordu. Buna cevap olarak; “Âşıkların ümid içinde yüz yıl bile bekliyeceğini.” bir şiirle anlattım. Başını önüne eğip, gözlerini yumdu ve bir müddet murâkabeye vardı. O ânda benden bir ter boşanmaya başladı. Başını kaldırıp bana; “Terlemeğe başladınız, yatağa giriniz. İnşâallah tez zamanda iyi olacaksınız.” buyurdu. Odamdan ayrılıp gittikten sonra, yatağa girdim. Yatakta beni şiddetli bir ter bastı. Terimi kurulamak için doğrulduğumda, hiçbir şeyimin kalmadığını gördüm. Mevlânâ Câmî hazretlerinin teveccühleri bereketi ile hastalıktan kurtuldum.”

Geylanlı büyük velîlerden biri hastalandı. Her geçen gün hastalığının şiddeti artıyordu. Görenler; “Bu hastalıktan kurtulmak imkânsızdır. Mutlaka ölür.” diyorlardı. Herkes ümîdini kesmişti. Hastalığının iyice ağırlaştığı bir gün, talebeleri, oğulları ve yakınları başında toplandılar. Artık vefâtını bekliyorlardı. Bir ara hasta gözlerini açtı. Yatağında doğrulmaya başladı. Etrâfındakiler hayretle hastaya bakıyorlardı.Çünkü, günlerce değil doğrulmak, bir taraftan bir tarafa dönemiyordu. Şimdi ise bir ânda yatağından doğruldu. Ayağa kalktı. Tamâmiyle iyileşmiş gibi hareket ediyordu. Oradakilere iyi olduğunu, hiçbir ağrı ve sızının kalmadığını söyleyince, ahbabları dağılıp evlerine gittiler. Herkes gidince, yakınlarından birine; “O kadar hasta idim ki, sanki rûhum bedenden ayrılmak üzereydi. O ızdıraplı ânımda, gözüme Mevlânâ Câmî hazretleri göründü. Yanıma oturup bana teveccüh etti ve iltifatlarda bulundu, iyi olacağımı bildirerek kayboldu. Ben de, o gittikten sonra hemen ayağa kalktım. Hiçbir rahatsızlığımın kalmadığını gördüm.” dedi.

Talebelerinden Muhammed Rucî anlattı: “İlkbahar mevsimiydi. Yağmurlardan sular çoğalmıştı. Bir gün hocamız Mevlânâ Câmî ile Malan Irmağının kenarında oturuyor ve sohbetiyle şerefleniyorduk. Bir ara ırmağın üst tarafından, akıp gelmekte olan bir kirpi gördük. Kirpinin karnı üst tarafta olduğu hâlde, suların akıntısıyla sürüklenerek geliyordu. Belli ki ölüydü. Tam bizim önümüzden geçerken, hocamız Mevlânâ Câmî hazretleri elini uzatarak, ölü kirpiyi suyun içinden alıp inceledi. Hiçbir hayat belirtisi yoktu. Kirpinin dikenli sırtını okşadı. Bir müddet sonra kirpi kımıldamaya başladı ve ayağa kalktı.Canlanan kirpi, normal hâlde insanlardan kaçması lâzım iken, Mevlânâ Câmî’ye doğru gelip, ön ayaklarını ve başını havaya kaldırarak, hürmet gösterir gibi beklemeğe başladı. Kalkacağımız zaman, Mevlânâ Câmî, kirpiyi o hâlinden normal hâle getirdi. Kalkıp şehre doğru yürümeğe başladık. Fakat kirpi peşimizden gelmeğe başladı. Ancak şehre yaklaşınca peşimizi bıraktı.

Mevlânâ Câmî’nin talebelerinden biri anlattı: “Bir gün hocamın mübârek cemâlini ve tatlı sohbetini arzulayarak huzûruna gitmek için yola koyuldum. Yolda giderken, karşıma fevkalâde güzel bir kadın çıktı. İkinci defâ görmemek için gözümü başka tarafa çevirdim. Fakat elimde olmayarak başımı çevirip bir daha bakmak istedim. O anda yanımdan geçmekte olan odun taşıyan hamalın bir odunu gözüme çarptı. Öyle acıdı ki, sanki gözüme ok saplanmıştı. Gözümden kan akmaya başladı. Yabancı kadına bakmanın cezâsını hemen görmüştüm. Kan durduktan sonra hocamın bulunduğu mescide gittim. Yanındaki kimselere nasîhat ediyordu. Bir kenara oturup dinlemeye başladım. Hocamın bir ara sohbetin mevzûsunu değiştirerek; “Birisi yolda gelirken, yanından geçmekte olan bir güzele bakmış. O anda bir el peydâ olup, o kimsenin gözüne bir tokat vurmuş. Bu tokatın dehşetinden göz yaşları dinmemiş ve gözünden kan akıtmış. Hafiften bir nidâ gelip; “Bir kere harama bakmaya bir dokunmak kâfidir. Eğer sen bakmaya devâm edersen, biz de dokunmamızı arttırırız.” buyurmuş.” Hocam bunu anlattıktan sonra, benden tarafa bakarak; “İnsan harama bakmaktan gözü korumalıdır ki, ona el uzatmasınlar.” buyurdu.”

Molla Câmî, 1492 (H.898) senesinde bir Cumâ günü, dostlarının okuduğu Kur’ân-ı kerîmi dinledi ve ezan okunurken son nefesinde Kelime-i şehâdeti getirdikten sonra vefât etti. Sultan Hüseyin Baykara, vezîri Ali Şîr Nevâî, âlimler, seyyidler ve bütün Heratlılar, Molla Câmî’nin evine koştular. Hazırlıklar bitirildikten sonra, büyük bir cemâat cenâze namazını kıldı ve hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî’nin kabri yakınına defnedildi. Mübârek kabri ziyârete açıktır.Dünyânın dört bucağından gelen âşıkları, onu ziyâret ederek, mübârek rûhundan saçılan feyzlerden istifâde ederler. Türbesindeki kitâbede şu yazılar okunmaktadır: “Hüvelbâkî, bâkî olan ancak Allahü teâlâdır. Yeryüzünde olan her şey fânîdir. Yalnız kerem sâhibi olan Rabbimiz bâkîdir… İlim ve hikmet sırlarına ermiş, bahçelerin hoş sesli bülbülü, kutbların en büyüğü, müslümanların gözlerinin nûru olan efendimiz Abdurrahmân Câmî “kuddise sirruh”, Allahü teâlânın dâvetine uyarak, selîm bir kalb ile, meâlen; “Ey (îmânda sebât gösteren, Allah’ı anmakla) mutmainne olan nefs! Dön Rabbine, (Cennet’te sana hazırladığı nîmetlere), sen O’ndan(sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden râzı olarak haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir Cennet’ime…” buyurulan (Fecr sûresi: 27, 28, 29, 30. âyet-i kerîmeleri) emir gereğince, bu aldatıcı dünyâ tuzağından, zevk ve safâ ile dolu Cennet köşklerine uçtu.

Buyurduğu güzel sözlerinden bâzıları:

“Akıl dışında olan şeyler, keşif, müşâhede ve kalb gözü ile anlaşılır. Akıl bunları anlıyamaz. Nitekim, his uzuvları da, aklın anladığı şeyleri anlayamıyor.”

“Seven o kimselerdir ki, sevgilisinden ne kadar düşmanlık görse, yine dostluğunu arttırır. Sevgilisinden başına binlerce sitem taşı gelse, onlar ancak aşk binâsını sağlamlaştırır.”

“İlim, sana zarûri oldukça kazanmaya çalış, sana gerekli olmayan bilgileri elde etmeye uğraşma, zarûri bilgiyi kazandıktan sonra da, onunla amel etmekten başka bir şey isteme.”

“Her kime şu beş saâdet verilmiş ise, tatlı yaşayışın dizgini onun eline bırakılmıştır: 1- Vücud sağlığı, 2- Güven, 3- Rızık genişliği, 4- Şefkatli ve vefâlı arkadaş, 5- Ferâgat duygusu.”

“Akıllılar, ölümle sona eren her nîmeti, nîmetten saymazlar. Ömür, ne kadar uzun olursa olsun ölüm yüz gösterince, o uzunluğun ne faydası olur? Nîmetin değeri, sonsuz olmasında ve yok olmak tehlikesinden uzak bulunmasındadır.”

“Üç zümreye, üç şey çirkin düşer: Pâdişâhlara sertlik, âlimlere mal sevdâsı, zenginlere cimrilik.”

“İhtiyarlık, gençliğin sonu ve netîcesidir. Netice ise, başa bağlıdır. Gençliğini iyi geçirenin, ihtiyarlığının da iyi geçeceği umulur.”

“Kötü kimse, başkalarının ayıplarını saymak isterken, kendini dile getirir.”

“Bir kimse bütün ilimleri kendinde toplasa, Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmedikçe kurtulamaz.”

“Önceden Allahü teâlânın adını dile getirip, O’nu övmeden mübârek bir işe başlayan kimse, cılız bir kuş gibi uçmağa güç yetiremez. Gâyesine ulaşmadan kanatları kırılır, bir daha kalkmayacak gibi yere düşer.”

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Arabî, Fârisî, şiir ve nesir hâlinde yüze yakın eser yazdı. Bunlardan en kıymetlisi; Nefehât-ül-Üns min Hadarât-il-Kuds ve Şevâhid-ün-Nübüvve isimli kitaplarıdır.

Molla Câmî’nin birçok eseri vardır: 1) Fâtihat-üş-Şebâb (dîvân), 2) Vâsıtat-ül-İkd (dîvân), 3) Hâtimet-ül-Hayât (dîvân), 4) Bahâristan, 5) Heft Evrenk adı altında topladığı yedi mesnevîsi. 6) Nefehât-ül-Üns min Hadarât-il-Kuds: Bu eseri, Abdullah-i Ensârî’nin Tabakât-ı Sûfiyye adlı eserinin genişletilmesiyle meydana çıkmıştır. Farsça olup, altı yüz dört velînin hayâtı ve menkıbeleri anlatılmaktadır. Nefehât-ül-Üns kitabının, Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatay Türkçesine ve Lâmii Çelebi de bir takım ilâveler yaparak Osmanlı Türkçesine tercüme etmiştir. 7) Şevâhid-ün-Nübüvve, 8) Levâih.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

BÜYÜKLERİN BEREKETİ

Molla Câmî hazretleri bir gün buyurdu ki: “Bize verilen bu kadar ihsânlar, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin bereketidir. Ben, beş yaşında idim. O sene Hâce Muhammed Pârisâ hacca gidiyordu.Yolu, bizim Câm kasabasına uğradı. Babam ve Câm’ın ileri gelen âlimleri, onu ziyâret etmek için huzûruna gittiler. Beni de yanında götüren babam onunla müsâfeha ettikten sonra, bana, elini öpmemi emretti. Öptükten sonra, Muhammed Pârisâ bana iltifât ederek bir meyva hediye etti. Teveccühlerine kavuştum. Aradan altmış yıl geçmesine rağmen, nûrlu, mübârek yüzlerinin güzelliği hâlâ gözümün önünden gitmemektedir. İşlerimin rast gitmesi, büyüklere olan muhabbet nîmetinin ihsân edilmesi, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin teveccühleri ve duâları bereketiyledir. Bu “Ahrâriyye” yolunun büyüklerine olan sevgimin meydana gelmesine sebeb olanlardan biri de Fahreddîn-i Luristânî’dir. Ben küçükken, bizi teşrif etmişti. Kur’ân-ı kerîm harflerini yeni öğrenmiştim. Beni kucaklarına oturtup, mübârek parmağıyla işâret ederek havada; Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali gibi muhterem isimleri yazardı. Ben okudukça hayret eder; “Bu çocuğun, ileride bu yolun büyüklerinden olacağı umulur.” derdi. Bana iltifât eder, şefkat gösterirdi. Onun bu merhameti, ona ve onun gibi olan büyüklere muhabbet etmeme sebeb oldu. O zamandan beri bütün arzum, o büyüklerin muhabbetleriyle yanmak ve son nefesimde o muhabbet ile ölmektir.”

FIRSAT GANÎMETTİR

Mevlânâ Câmî’nin talebelerinden biri şöyle nakletti: “Bir zamanlar Sermazar şehrinde bir müddet oturmam îcâb etti. Bu durumu gelip Mevlânâ Câmî’ye arzettim. Bana; “Gâyet münâsiptir. Burayı bırakıp acele ile oraya git! Giderken acele etmeyi sakın ihmâl etme. Fırsat ganîmettir ve bunda senin için nice gizli haberler vardır.” buyurdu. Ben, tekrar memleketime dönünce, bir takım engeller zuhûr etti ve geciktim. Bir hafta sonra evime varınca, ne kadar kıymetli eşyam varsa hepsinin çalındığını gördüm.”

HUZÛR VE ÂFİYET

Molla Câmî bir gün bir kimseye; “Ne iş yapıyorsun?” diye sordu. O da; “Hamdolsun huzûrluyum. Sıhhat ve âfiyette bulunduğum hâlde dünyâyı terkederek bir köşeye çekildim. Cenâb-ı Hakk’ın zikri ile meşgûl oluyorum.” dedi. MollaCâmî buna cevap olarak;”Huzûr ve âfiyet bu değildir. Huzûr ve âfiyet, insanın nefsinin emmârelikten kurtulup, itminâna kavuşmasıdır. Nefsi itminâna kavuştur da, ister sâkin bir köşede otur, isterse insanların arasında.” buyurdu.

EDEBSİZİN CEZÂSI

Mevlânâ’yı çok sevenlerden biri anlattı: “Eshâb-ı kirâm düşmanlarından biri, Mevlânâ Câmî ile münâzara etti.Eshâb-ı kirâm aleyhinde kelimeler sarfetti. Buna Mevlânâ Câmî öyle güzel cevaplar verdi ki, o Eshâb-ı kirâm düşmanı, konuşacak tek kelime bulamayıp sustu. Fakat Mevlânâ hazretlerine buğz etmeye, ona gizliden düşmanlığa başladı. Biz bu adamın en kısa zamanda bir belâya uğrayacağını veEshâb-ı kirâm efendilerimize dil uzatmanın cezâsını ânında çekeceğine inanıyor ve bekliyorduk. O, biraz ötede duran atının yanına gidip, yemini yiyip yemediğini kontrol etmek için, elini atın başındaki torbanın içine soktu. At, birden sâhibinin şehâdet parmağını ısırıp kopardı. Bağırmaya, feryâd ve figâna başladı. Herkes ne oluyor ne var diye etrâfına toplandı. Biraz sonra yere yıkıldı ve büyük bir ızdırap içinde kasıla kasıla öldü. Doğrusu, cezânın bu kadar kısa bir zaman içinde verileceğini tahmin etmiyorduk.”

KAYNAKLAR

1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.5, s.122

2) El-Fevâid-ül-Behiyye; s.86, 88

3) Şezerât-üz-Zeheb; c.7, s.360, 361

4) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.275

5) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.61

6) Nefehât-ül-Üns; s.455

7) Reşehât; s.202

8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1112

9) Persian Literature; c.1, s.11; c.2, s.954

10) Hadâik-ül-Verdiyye; s.151

11) Nesayim-ül-Mehabbe; s.439

12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.276

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir