Tutuşan Gönül Dini Hikaye

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

TUTUŞAN GÖNÜL
Aşkın nelere kadir olduğunu bu kıssada göreceğiz… Aşk, bahçelere baharlar hediye eder. Aşk mumu sanki cennet mumudur ki, onun yaktığı gönüllerin gecesi olmaz…

Nasıl mı?

Şöyle: Sahabîlerden Abdullah îbn-i Abbas (Radı-yallahü Anh) “den.

—    Şam”da bir Yahudi vardı… Bir gün Tevrat”ı okuyordu… Onda bir Îlâhî müjde gördü… Son Nebinin şan ve şerefine ait haberlere rastladı. Tevrat”ın dört yerinde Allah Resulünün vasfını ve şemailini buldu *.

—    Bu da ne, bu da ne?

Diye o yerleri kesip attı ve yaktı…

Bir başka gün yine Tevrat’ı okuyordu. Büsbütün hayretler içinde kaldı. Bu defa da aynı şeylerin Tevrat’ın sekiz yerinde pırıldadığını gördü:

—    Olmaz, dedi…

Ne var ki, gördükleri bir gerçekti. Yine onları da kesip yaktı…

Aradan günler geçmişti. Bir Cumartesi günü tekrar

Tevrat”ı eline aldı… Ne ki, hayret ve dehşetle doluverdi Yine Sonsuzluk Nebisinin şan ve şerefini anlatan nice sa-I tırlar vardı. Tam on iki yerde o ulu ve eşi bulunmaz Ne-j biden bahsediliyordu… Kendi kendine göğsünü yummk-ladl:

—    Ben, dedi, bunları da koparırsam, Tevrat”ın yekûnu onun vasıflan ile dolacak!… Vay bana!…

Derhal arkadaşlarının huzuruna damladı ve dedi:

—    Tevrat”ta vasıflarım okuduğum o zât kimdir?

Hâin Yahudiler gerçeği söylemiyorlardı:

—    Sen, diyorlardı, işine bak!…

O yine üsteliyordu:

—    Söyleyin bana, kimdir bu zât?

Yahudilerin yılan dilleri zehir kusmaya başladı:

—    Yalancının biridir!… En iyisi ne sen onu gör, ne de o seni görsün!…

Adam öfke üe haykırdı:

Musa”nın Tevrat”ı hakkı için, benim onu ziyaretime engel olamazsınız!…

Ötekiler kıkır kıkır güldüler:

—    Yâni şimdi sen tâ Medine”ye mi gideceksin?

—    Evet!…

—    Hiç zahmet çekme, o dediğimiz gibidir!…

—    Hayır, siz yanılıyorsunuz. Ben ya onu görürüm, ya bu yolda helâk olurum!…

—    Akılsız başın zahmetini ayak çeker…

—    Siz öyle bilin!…

Ve gönül çırası aşk kibriti ile tutuşan adam sırtına bir çanta vurup Medine istikametinde yola revan oldu…

Uçsuz bucaksız kum çölünde üerliyordu… Gece gündüz demeden çöllerde yürüdü ve bir gün Medine ufukta gözüktü…

Heyecanı büsbütün artmış bulunuyordu… Yeni bir gayretle kumlan tepe tepe yürüdü. Medine”ye henüz girmemişti ki, bir ağacın altında gölgelenen bir adam gördü…

Dikkat edip baktı…
O kadar güzel yüzlü biriydi ki, onu iki Cihanın im-dâdma yetişen Cenâb-ı Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zannetti. O ise Selmân-ı Fârisi”den başkası değildi…

Allahın Sevgili Resulü üç gün önce bu iğreti hayattan gerçek hayata geçmişlerdi…

Tâbiî ki gelen adam onun vefat ettiğini bilmiyordu… Yavru kuşlar misâli uçarcasına Hazret-i Selmân”a doğru koştu…

Titrek dudaklarını aralayıp selâm verdi ve:

—    Sen, dedi, o musun?

Selmân (Radıyallahü Anh) gözyaşlarını iplik iplik akıtıyordu. Adamın kimi aradığını anıamıştı. Cevap verdi:

—    Ben onun sahabîlerindenim!…

Tâ Şam”dan kalkıp gelen bu garip adam öyle bir saâ detle dolmuştu ki, haykırdı:

—    Peki o nerede?

Hazret-i Selman bir an sükût etti ve düşündü:

—    Vefat etti, dese, dönüp gidecek, sağdır dese, yalan olacak… Tek bir çâre kalıyordu :

—    Gel, dedi, seni arkadaşlarının yanma götüreyim!..

Beraberce yola koyuldular… Az sonra Mescidin kapı

sına gelmişlerdi… Fakat her tarafta bir keder rüzgârımı estiği belli oluyordu… Yürüyüp içeri girdiler…

Mescidin içi sahabilerle dolu idi…

öyleydi de mahzunluk herkesi yumak yumak sarmıştı… Yabancı adam gözlerini sahabîler üzerine dikti» Kâinatın Efendisini onların arasında sanarak selâm verdi:

—    Esselâmü Aleyke Yâ Resülallah!…

Mescidin içini bir hıçkırıktır doldurdu… Herkes hıçkıra hıçkıra ağlıyordu…

Sahabiler yaşlı gözlerini kaldırıp ona baktılar ve dediler.

– Ey er!. Sen kimsin? Yaramızı tazeledin…

Adam cevap verdi:

— Ben onun adına âşık olup gelen biriyim. Tâ Şam’dan kalkıp geldim, Onu gösterin bana!…

Mescidin içini yeniden hıçkırıklar doldurdu *

—    Âh, dediler, o tertemiz canların sultam vefat etti, Rabbmın katma yürüdü, biz de Leylâsından ayrılan mecnuna döndük…

Tâ Şam”dan sevdâlarla kalkıp gelen adam bunu duyar duymaz bir çığlık attı:

—    Vah perişanlığıma, vah bana!…O kadar yolum da boşa gitti. Keşki annem beni doğurmasaydı da Tevrat”ı okumasaydım…

Sordular:

—    Tevrat”ı okuyunca ne oldu?

Adam çırpma çırpına dedi ki:

Onun vasfım ve şanını gördüm, bâri kendisini de göreyim, diye buralara kadar geldim…

Bir an sustu. Sonra başmı kaldırıp seslendi i

—    Ali b. Ebi Tâlib içinizde mi?

Cevap verdiler:

—    Evet!…

—    Sana soracaklarım var, ey Ali!…

—    Buyur, sor!…

—    Senin ismini de Tevrat’ta buldum… Şimdi söyle bana, Allahın Resülü nasüdı?

Bunun üzerine Allahın yenilmez arslanı ve Evliyalar Sultanı Hazreti Ali şöyle anlattı:

—    O insanların en güzeli idi. Ne uzun boyluydu, ne de kısa. Mübârek başı yuvarlaktı. Alm genişti. Gözleri siyah ve irice idi. Kirpikleri uzundu… Tebessüm yüzlerinden eksik olmazdı. Güldükleri zaman dişleri arasından nur yayılırdı. Dişleri sanki incilerden bir kolye idi…

Bıraktıkları zaman saçlarım kulak yumuşağına kadar uzatırlardı, kestiklerinde de tam keserlerdi… Elleri ve ayakları etliceydi. Yürüdükleri zaman, yüksek bir yerden
iniyormuş gibi ayağını yerden kuvvetle kaldırırlardı. En hızlı giden adam bile onu geçemezdi. îki omuzu arasında nübüvvet mührü vardı!…

Bütün bu vasıfları dinleyen garip adam saâdetle sesini yükseltti:

—    Sadakte Yâ Ali! = Doğru söylüyorsun, yâ Ali!.,. Onun Tevrattaki vasfı da böyledir…

Ve ilâve etti:

—    Ey can meclisinin mumu Ali, onun bir eşyası kaldı mı? Koklamak istiyorum…

Hazret-i Ali (Radıyallahü Anh) mübârek gözlerini

Selmân-ı Fârisi”ye dikti:

—    Ey Selmân!… Fâtıma”ya git… Nebiyyi Zişanın cübbesini versin!…

Hazret-i Selmân rüzgârın savurduğu yapraklar misâli uçarak gitti, Hazret-i Fâtıma”nın kapısına vanp seslendi :

—    Ey evliyanın zinet kapısı, ey âlemin övüncü!…

Hazret-i Fâtıma (Radıyallahü AnhâVnın yaralı yüreği yavru kuşlar gibi çırpındı ve dedi:

—    Yetimlerin kapısını çalan kimdir?

Selmân (Radıyallahü Anh) kendini tanıttı:

—    Ben Selmân!… Beni Ali gönderdi… Nebiyyi Muh-terem”in mübârek cübbelerini istiyorlar…

Hazret-i Fâtıma gözyaşlarını tutamıyordu:

—    Onu, dedi, kim giyecek?

Selmân Hazretleri olup bitenleri tek tek anlattılar ve cübbeyi alıp Peygamber Mescidine geldiler…

Hazret-i Ali onu alıp kokladı. Sonra sahabe kokladı, ı Sonra o aşk derdiyle Şam”dan gelen kişi kokladı ve dedi .

—    Bunun kokusu ne kadar güzel!… Bunu bir kere  koklayan zaman boyu bir daha unutmaz… Bu sanki ıtır dolu bir çanak… Bunda insanm ciğerinin zarına işliyen bir haslet var…

Sonra yaşlı gözlerini sahabîlere dikti:

Ey onunla. sohbet etmek şerefine erenler dedi.

Bana o kokusu güzel Mustafa’nın yattığı yeri gösteriniz!.

Ona Nebiler Sultanının mübârek ravzasını gösterdi-

_ îşte şuracıkta yatıyor!…

Adam usul usul mübârek kabre doğru ilerledi. Mübârek ravzadan bir avuç toprak alıp kokladı, sonra başını semâya kaldırdı, ellerini açtı:

— İlâhi, dedi, şu kabrin içinde yatan mübârek zâtın senin Son Peygamberin olduğuna şehâdet ederim. Sen birsin, şerik ve benzerin yoktur. Mülk senin, hamd sana…

Benim şu anda İslâma girişimi kabul buyurursan, rû-R humu burada, aziz Peygamberinin huzurunda kabzeyle de, beni bir daha ötelere gönderme!…

! Aşk bu!…

Aşkm şimşeğine can mı dayanır… Adam birden bir külçe gibi yığılıp kalıverdi… Yüce Allah, onun duasını kabul etmiş, ruhunu Peygamberinin huzurunda alıvermiş.

Sahabiier koşuştular… Ne var ki, o adam çoktan Sevgilisine kavuşmuştu bile… Şimdi herkesin dilinde şu âyet çağlıyordu:

Untitled_1_12052016

— Biz (dünyada) Allah”ın (teslim olmuş kullarıyız ve biz (âhirette de) Ona dönücüleriz.»

İnsanlık buna ne buyurur?… Böyle aşk, böyle iman, öyle saâdet hangi efsanede vardır?…

Ey toprak canlı kişi, Muhammed”le aşka yol, Hakka ulaşmak için bilmiyorum başka yol!…

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir