Mehmet Akif Ersoy Said Paşa İmamı Şiiri

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nın güftekarı, şair ve yazarıdır. İlk şiirlerini, İstanbul İdadisi’nde okurken yazdı. 20 Aralık 1873 senesinde dünyaya gelen ve 27 Aralık 1936 senesinde hayatını kaybeden Mehmet Akif Ersoy Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal marşı olan İstiklal Marşı’nın yazarıdır. En önemli iki eserleri İstiklal Marşı ve şiirlerini yedi kitap halinde topladığı Safahat’tır. İşte Mehmet Akif Ersoy tarafından kaleme alınan Said Paşa İmâmı yazdığı sözleri..

Coşar âvîzeler artık, köpürür kandîller;
Bu ışık çağlayanından bütün âfâk înler!
Yalının cebhesî, Ülker gîbî, baştan başa nûr;
Nîm açık pencereler, reng ü zîyâdan mahmûr.
Al, yeşîl, mâvî fenerlerle donanmış kıyılar;
Serv-î sîmînler atılmış suya, tîtrer par par.
Dalgalardan seken üç çîfte kayıklar sökerek,
Süzülür sâhîle, şâhîn gîbî, yüzlerce kürek.
Bîr taraftan bu akın yükseledursun karaya;
Bîr taraftan dökülür öndekî saflar saraya.
Rıhtımın taşları, zümrüt gîbî, Îran halısı:
Suda bîtmîş çemen, üstünde de Sultan Yalısı!

Renk renk açmış o başlar, bîrîken mahşere bak:
Fes, arâkîyye, sarık, yazma, bürümcük, yaşmak,
Taylasan, takke, nazarlıklı hotoz, âbânî,
Mâvî boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemenî…..
Ama bîrçokları da’vetlî değîlmîş, kîme ne?
Bu açılmaz kapılar, şîmdî, açık her gelene.

Avlu, dış bahçe, harem bahçesî, taşlık, yer yer,
Medd ü cezrîn ebedî sâhası: Boy boy sînîler,
Kî donandıkça o başlarla, hemen, çepçevre,
Tablalar, aydede çıkmış gîbî, başlar devre!

Yayılır baygın, ılık bîr buğu, bîr tatlı duman;
Çözülür büsbütün âvâre sînîrler o zaman.
Kafalar tütsüyü aldıkça döner, mest-î hayât;
îkî el bîr baş îçîn, kîm kîme artık? Heyhât!

Orta katlar, sofalar, bellî kî da’vetlîlere:
Sofralar tahtanın üstünde değîl bîr kerre;
Bîr de, oldukça merâsîmle mükellef huzzâr;
Sonra, kalkıp oturanlar bütün ashâb-ı vakàr.

Yatsı bîr haylî geçer, çîfte ezanlar verîlîr;
Yazma seccâdeler artık yere, boy boy, serîlîr.
Doğrulur Kıble’ye herkes, kılınır şîmdî namaz;
Derken «âmîn! » çekîlîp arz edîlîr Hakk’a nîyaz.
— Başlayın Mevlîd’e!
— Lâkîn, hanî? Mevlîd-han yok!
— Sordurun!
— Hîç de gören bîr kîşî, bîr tek can yok!
— Üsküdar’dan gelecek sözde, olur şey mî kî bu?
Bârî söz verme…
— Adam sen de, bırak meczûbu!
— Bence aynıyle kerâmet delînîn gelmedîğî:
Şu îlâhîcîlerîn hepsî okur ondan îyî.
— Bîlemem.
— Dînledînîz şîmdî…
— Evet, çok yüksek…
Ama hazretle kıyâs etmeye gelmez.
— Ne demek?
— O anaç bülbüle eş beslemez artık yuvalar.
— Pek uçurdun, a beyîm!
— Yok, ben uçurmam, o uçar.
Sâde bîr gelse… Fakat gelmedî, bîlmem kî neden?
— Beklemek nâfîle, hâlâ ne gelen var, ne gîden!
— Harem ağsında haber…
— Anlayabîlsek, ne dîyor?
— Okuyun, beklemeyîn emrînî teblîğ edîyor.
Gâlîbâ Vâlîde Sultan gazab etmîş hocaya…
— Gazab ettîyse, çanak tuttu herîf, doğrusu ya.
Bîr saray halkını -sultanla berâber- hîçe say;
Bunca da’vetlîyî, da’vetsîzî beklet bîr alay;
«Oyun ettîm sîze; hey sersem adamlar! » dîye, gül!
Çekîlîr nağme değîl… Neymîş, anaçmış bülbül!
— Kîm bîlîr, özrü mü var?
Dînleyemem varsa bîle!

Başlanır Mevlîd’e mu’tâd olan âdâbıyle;
Önce tevhîd okunur, gaşy île dînler herkes.
O, güzel, sonra, müessîr, sekîz on parlak ses,
Kîmî yerlerde îlâhî, kîmî yerlerde durak;
Kîmî yerlerde cemâ’atle beraber coşarak,
Kalan üç bahrî terennümle, çekerken «âmîn! »
Ta uzaklarda çakar zulmet îçînden bîr enîn.
Gecenîn kalbî durur; ürperîr înler, cînler;
Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dînler.
O enîn karşıkî sâhîlden açılmaz mı bîraz,
Sûr-î Mahşer gîbî sesler çıkarır, şîmdî, Boğaz!
Tutuşur, cebhe-î Sînâ’ya döner, sîne-î cev:
Sankî yüzlerce yanık ney savurur, yer yer, alev!
Kayalardan, kıyılardan bîr ateştîr çağlar:
Lâhn-î Dâvûd île înler yîne gûyâ dağlar!
Âh o kudsî nefes eşbâha ederken sereyan,
-Karalar vecd île pür-cûş, sular pür-galeyan-
Dem çekîp, dem tutarak etmeye başlar feryâd,
Boğaz’ın her tarafından bîr îlâhî înşâd:

«Sultân-ı Rusül, Şâh-ı Mümecced’sîn, efendîm!
Bîçârelere devlet-î sermedsîn, efendîm!
Menşûr-î «Le amrük»le müeyyedsîn efendîm!
Dîvân-ı îlâhî’de ser-âmedsîn, efendîm!
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sîn, efendîm!
Hak’tan bîze Sultân-ı Müeyyed’sîn, efendîm! »
………………………………………………………………

Kesîlîr, gîtgîde, tedrîc île sesler artık,
Aktarır sâhîle mevlîdcîyî bîr köhne kayık.
Koşarak, doğruca mâbeyne alır karşı çıkan;
«Nerde kaldın, hoca? der, Vâlîde Sultan o zaman,
Sen de kalleşlîk edersen, bîze eyvahlar ola! »

— Henüz akşamdı kî, gelsem dîye, düştüm de yola,
Yürüdüm haylîce… Derken -hele sen kısmete bak! –
Öteden karşıma bîr yaşlıca hâtun çıkarak,
«Azıcık dursana, oğlum! » dedî. Durdum, nâçar.
— Göğsün îmanlıya benzer, sana bîr hîzmet var,
Ama reddetme kî, zâten benî mahvetmîş ölüm:
Bîr perîşan anayım, dağ gîbî evlâd gömdüm!
Kızımın cânı îçîn, bârî bu kırkıncı gece,
Şöyle bîr Mevlîd okutsam, dîyorum, kendîmce.
Nasıl etsem? Okuyan çok ya, benîm yufka elîm…
Hocasın, elbet okursun; hadî oğlum, gîdelîm.
Ne olur bîr yorulursan, hadî, bekletme, günah!
Sen benîm yavrumu şâd et kî, rızâen lî’llâh,
îkî dünyâda azîz eylesîn Allah da senî.

Hâtunun sözlerî dîvâneye döndürdü benî;
Ne saray kaldı hayâlîmde, ne sultan, ne fîlân;

«Çîle dolsun, yürü öyleyse, dedîm, oldu olan! »
Sîze yüzlerce adam Mevlîd okur benden îyî,
Ama bîçâre kızın, bağrı yanık, annecîğî,
Yoklasın merdînî, nâ-merdînî, însan dîyerek,
Elî yüzlerce heyûlâya deyîp boş dönecek!
Fukarânın seneler, belkî, sîler göz yaşını;
Hangî taş pekse, hemen vurmaya baksın başını,
Elîn evlâdına yanmaz parasız bîr kîmse!
Çâresîzdîm sîzî bekletmede, beklettîmse.
— Hoca! der Vâlîde Sultan, benî ağlatma, yeter!
Yenîden Mevlîd okursun bîze, da’vâ da bîter.

Hîlvan, 15 Hazîran 1347 (1931)

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir