Lübnan Beyrut Şehrin de Yaşamış İslam Alimleri

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

EVZÂÎ
Tebe-i tâbiînden meşhur fıkıh âlimi ve velîlerden. İsmi, Abdurrahmân bin Amr bin Muhammed’dir. Künyesi Ebû Amr’dır. 707 (H.88) senesinde Ba’lebek’te doğdu. Şam’da yerleşip orada yaşadı. 774 (H.157)’te Beyrut’ta vefât etti. Zamânın bir tânesi, asrının ilimde önderi idi. Ömrünün sonlarına doğru Beyrut’a gitti. Orada kendisine kâdılık teklif edilince kabul etmeyip, talebelere ders vermekle meşgul oldu. Vefât ettiğinde birisi ilim sâhibi bir kimseye gidip; “Dün gece rüyâmda, Mağrib tarafından çıkıp, göğe doğru yükselen ve sonunda gökte kaybolan bir demet fesleğen gördüm.” dedi. Rüyâyı yorumlayan zât; “Rüyân doğrudur. Evzâî hazretleri vefât etti.” dedi. Araştırdıklarında, o gece Evzâî hazretlerinin vefât ettiğini öğrendiler.

Evzâî, Yemen’de bir yer veya Şam’ın Feradız kapİsİ dİŞİnda bir köydü. Yemen’de bir kabîlenin adİ oldu?u da söylenmiŞtir. Oraya bir ara gitmiŞti. Onun için bu ismi aldİ. Edebiyatta, yazİ ve güzel konuŞmada çok kâbiliyetli olup, herkes tarafİndan be?enilir, takdir edilirdi. Sâlih bin Yahyâ, Beyrut Târihi kitabında; “Evzâî’nin (r.aleyh) Şam’da çok îtibârı vardı. Hattâ idârecilerden daha fazla hürmet ve îtibâr görüyordu. Onun fıkha dâir Sünen ve Mes’eleler adında eserleri vardır. Kendisine yetmiş bin mesele sorulup hepsine cevap verdiği söylenir. Hakem bin Hişâm zamânına kadar, Endülüs’te, fetvâlar onun ictihâdı üzerine verilmiştir.” Velîd bin Müslim; “İbâdet konusunda ondan daha çok ictihâd eden birini görmedim.” demektedir.

Şam ve Magrib (Fas, Tunus, Cezâyir) halkı, Mâlikî mezhebine mensûb olmadan önce Evzâî hazretlerinin mezhebinde idiler. Mezhebi, Endülüs’e Emevîler’le girmiştir. Mensupları kalmadığı için mezhebi daha sonra unutuldu. Mezhebinin kayboluşu hicrî üçüncü asrın ortalarına rastlar.

Atâ bin Ebî Kesir, Zührî, Muhammed bin İbrâhîm et-Teymî’den hadîs bildirdi. Şû’be, İbn-i Mübârek, Yahyâ bin Hamza, Yahyâ el-Kettan, Ebû Âsım ve başkaları da ondan hadîs nakletmişlerdir.

Zamânının en büyük âlimi ve en fazîletlisi idi. Zühd ve takvâsı pek çok idi. Dünyâya düşkün olmayıp haramlardan çok sakınırdı. İbâdet etme konusunda çok gayretli idi. Gecelerini, namaz kılmak, Kur’ân-ı kerîm okumak ve ağlamakla geçirdiği bildirilir.

Ümeyye bin Yezîd bin Ebî Osman; “Evzâî, ibâdeti, verâyı, haramlardan sakınmayı, hakkı ve doğruyu söyleme özelliklerini kendisinde toplamıştı” der. İbn-i Sa’d da onun için, “İlmi geniş, fıkıh bilgisi pek çok, fazla hadîs bilen, seçkin ve fazîletli, hadîs ilminde sika, güvenilir bir âlimdir.” demiştir. Ebû İshâk Fezârî şöyle demiştir: “Eğer bana seçme izni verselerdi, bu ümmet için Evzâî’nin mezhebini seçerdim. Çünkü, o her yönüyle yetişmiş derin bir âlimdir. O zamanki insanlar bir güçlükle karşılaştıkları zaman, ona koşarlardı.” Muhammed bin Aclan da; “İnsanlara ondan daha çok nasîhat eden birini bilmiyorum”. Halîfe Mansûr, Evzâî hazretlerine çok hürmet eder, onun nasîhatlarına kulak verirdi. Beşir bin Velîd der ki: “Evzâî’yi gördüm, huşû’dan dolayı gözleri görmeyen biri gibi idi.”

Velid bin Mezîd, “Annesinin himâyesinde fakir bir yetim olarak büyüdü, terbiye gördü. O kadar edebliydi ki, sultanlar bile onda bulunan terbiye ile çocuklarını terbiye etmekten âcizdiler. Ondan boş bir söz işitmedim. O konuştuğunda, mutlaka dinleyenin ihtiyâcı ve ona gerekli şeyleri söylerdi. Kahkaha ile güldüğünü hiç görmedim. O, âhireti anlatmaya başlayınca ondan başka orada ağlamayan kalmazdı.” demiştir.

Evzâî bir gün İbrâhim Edhem ile karşılaştı. Omuzunda bir mikdâr odun taşıyordu. “Yâ İbrâhim! Bu yaptığın nedir? Dostların senin ihtiyâcını temin ederler.” deyince; “Böyle söyleme. Zîrâ helâl kazanç uğruna zorluklara katlanan kimseye Cennet vâcib olur, diye duyduğum için, kendi nafakamı kendim temin etmeye çalışıyorum.” dedi.

İmâm-ı Evzâî’nin hayâtı ve menkıbeleri Mehâsin-ül-Mesâî fî Menâkıb-il-Ebû Amr Evzâî adlı kitapta anlatılmıştır.

Evzâî hazretleri buyurdular ki:

“Allahü teâlâ bir kavim için kötülük dilerse, onlara mücâdele kapısını açar, onları iş yapmaktan alıkoyar”. Çoğu zaman kendi kendine; “Seni yaratan ne kadar yüce! Yağa benzer bir şey vermiş onunla görürsün. Kemikle işitirsin. Bir et parçası ile konuşursun.” derdi.

“Kul, dünyâdaki her ânından kıyâmette hesâb ve sorguya çekilecek. Hem de gün gün, saat saat. Bu durumda, Allahü teâlâyı anmadığı bir an karşısına çıkınca, pişman olur ve kendini parçalamak ister.”

“Bizim, hayatlarına yetiştiğimiz insanlar şöyleydi: Gece uykusundan en erken uyanırlar, sabah namazını vaktinde kılarlar, sonra bir müddet âhiret işlerini, âkıbetlerinin (sonlarının) ne olacağını düşünürlerdi. Bundan sonra kendilerini fıkıh (dînî bilgileri) öğrenmeye ve Kur’ân-ı kerîm okumaya verirlerdi.”

“Bir din kardeşiyle karşılaşmak, maldan ve çoluk çocuktan daha hayırlıdır (iyidir).”

“Halkın bize verdiği her şeyi kabûl etseydik kıymetimiz kalmazdı.”

“Resûlullah’tan sana bir hadîs-i şerîf ulaştığı zaman, ondan başkasını söyleme, onu değiştirme. Çünkü, Resûlullah efendimiz Allahü teâlâdan aldığını bildirmektedir.”

“Eshâb-ı kirâmda şu beş haslet (özellik) vardı: Cemâate devam, Resûlullah’ın sünnetine uymak, câmi yapmak, Kur’ân-ı kerîm okumak ve cihâd (İslâmiyeti yaymak) etmek.”

“İbâdet maksadı dışında fıkıh öğrenenlere, şüphelilerle, haramları helâl göstermeye uğraşanlara yazıklar olsun.”

Namazda huşûnun nasıl olacağını sordukları zaman, Evzâî hazretleri şöyle cevap verdi: “Gözleri aşağı düşürüp, önüne bakmak, yanlarını kabartıp, şişirmeyip alçaltmak ve bir de kalb yumuşaklığı, yâni üzüntülü bir vaziyette durmak. Gösteriş olunca huşû gider.”

Misâfire ikrâmın ne olduğunu soranlara, Evzâî hazretleri; “Güler yüz ve tatlı dildir.” diye cevap verdi. Evzâî hazretleri, Ömer bin Abdülazîz’in kendisine yazdığı bir mektuptan şöyle bildirir: “Ölümü çok hatırlıyan kimse dünyâya rağbet etmez. Ağzından çıkan her sözün hesâba çekileceğini bilen az konuşur ve ancak lüzumlu sözleri söyler.”

Yine buyurdu ki: “Süleymân aleyhisselâm oğluna; “Ey oğlum! Allahü teâlâdan kork! Çünkü Allahü teâlâdan korkmak, her şeyi yener.” “Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık, çok konuşur, az iş yapar.”

“Sünnete uymakta sabırlı ol. Daha önce yaşamış olan büyüklerin durduğu yerde dur. Söylediklerini söyle, sakındıklarından sen de sakın. Onların yoluna gir. Îmân sözle, söz amelle, bunların üçü(îmân-söz-amel) ise ancak Peygamberimizin bildirdiklerine uygun ise doğrudur. Büyüklerimiz, îmânı amelden, ameli de îmândan ayırmazlardı. Îmân bunların hepsini içine alan bir isimdir. Amel de îmânı doğrular. Kim diliyle inandığını söyler, fakat, kalbiyle inanmaz, ameliyle de inancını ve sözünü doğrulamazsa, onun îmânı kabûl edilmez. Âhirette zarara uğrıyanlardan olur.”

KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ŞÜKREDİCİ OLMAYAYIM MI?

İmâm-ı Evzâî, Halîfe Câfer’e buyurdu ki: Cebrâil aleyhisselâm bir gün Peygamber efendimize gelmişti. Resûlullah efendimiz, Cebrâil’e; “Yâ Cebrâil! Bana Cehennem’i anlat.” buyurdu. Cebrâil de; “Allahü teâlâ Cehennem’e emretti. Bin sene iyice kırmızılaşıncaya kadar yandı. Bundan sonra bin sene daha yandı. Sapsarı oldu. Bin sene daha yanıp, simsiyah oldu. Onun için Cehennem koyu ve siyahtır. Alevleri ve parçaları parlamaz; seni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, Cehennem elbiselerinden birisi, dünyâdakilere gösterilmiş olsaydı, hepsi ölürlerdi.

Eğer, Cehennem’in içecek kovalarından bir tânesi, dünyâ suyuna dökülmüş olsaydı, ondan tadan herkes ölürdü. Eğer, Allahü teâlânın bildirdiği zincirden bir arşın, dünyâdaki dağlar üzerine konulsaydı, bütün dağlar erirdi. Bir kimse Cehennem’e girip, çıksaydı, yeryüzündekiler onun kokusundan ölürlerdi.” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz ağladılar.

Resûlullah efendimiz ağlayınca, Cebrâil aleyhisselâm da ağladı ve; “Yâ Muhammed! Sen de mi ağlıyorsun, halbuki Allahü teâlâ seni günahdan muhâfaza eyledi.” deyince, Resûlullah efendimiz; “Allahü teâlâya şükredici bir kul olmayayım mı?” buyurdu. Resûlullah efendimiz ile Cebrâil aleyhisselâm ağlarlar iken, gökten bir ses; “Ya Muhammed, yâ Cebrâil! Şüphesiz Allahü teâla sizi, günâh işlemiyecek şekilde yarattı. Onun için, yâ Muhammed! Allahü teâlâ seni bütün peygamberlerden üstün kıldı. Yâ Cebrâil! Seni bütün gök meleklerinden üstün kıldı.” dedi.

“Ey müminlerin emîri! En üstün şey takvâdır. Çünkü, kim, Allahü teâlâya itâat için şeref isterse, Allahü teâlâ onu yükseltir. Kim de şerefi günâh işlemek için isterse, Allahü teâlâ onu alçaltır.” Halîfenin yanından ayrılırken, halîfe ona hediyeler vermek istedi. Fakat kabûl etmedi ve; “Benim ona ihtiyâcım yok. Ben nasîhatı, dünyâlık karşılığında satmadım.” buyurdu.

KAYNAKLAR
1) Miftâh-us-Seâde; c.1, s.340, c.2, s.17,77,165,218,242

2) Meşâhir-i Eshâb-ı Güzîn; s.177

3) El-A’lâm; c.3, s.320

4) Fihrist; s.227

5) Vefeyât-ül-A’yân; c.3, s.127

6) Hilyet-ül-Evliyâ; c.6, s.135

7) Tehzîb-ül-Esmâ ve’l-Luga; c.1, 298

8) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.241

9) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.178

10) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.6, s.238

11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1075

12) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.5, s.163

13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.175


YÛSUF NEBHÂNÎ
Son asır İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve evliyâdan. İsmi Yûsuf bin İsmâil’dir. Nebhânî nisbesiyle meşhûrdur. 1849 (H.1265) senesinde Hayfa’da Eczim köyünde doğdu. 1932 (H.1350) senesinde Beyrut’ta vefât etti.

Küçük yaşından îtibâren ilim tahsîline başlayan Yûsuf Nebhânî, 1866-1872 seneleri arasında Kâhire’deki meşhûr Câmiü’l-Ezher Üniversitesinde yüksek din ilimlerini tahsîl etti. Ayrıca zamânın büyük âlimlerinden ilim öğrenip, icâzet aldı. Câmiü’l-Ezher’i bitirdikten sonra 1874 senesinde kâdı tâyin edildi. Şam’da kâdılık, Beyrut’ta Hukuk Mahkemesi Reisliği yaptı. Beyrut’ta yerleşerek uzun yıllar kâdılık vazîfesinin yanında çok kıymetli eserler yazdı. Musul, Haleb, Diyarbakır, Şehrezûr, Bağdât, Samarra, Kudüs veİstanbul gibi beldeleri gezdi. Gittiği yerlerdeki âlim ve velîlerle sohbetlerde bulundu.

Zamânın büyük velîsi Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin hac yolculuğu sırasında, onu ziyâret edip elini öptü. Bereketli sohbetinde bulunup istifâde etti. 1892 senesinde Hicaz’a giderek hac vazîfesini yerine getirdi. Mübârek ve mukaddes makamları ziyâret etti. Senelerce Medîne-i münevverede kalıp incelemelerde bulundu. Orada bulunduğu sırada Vehhâbîlerin Eshâb-ı kirâmın, âlim ve velîlerin kabirlerine ve onların yaşayışlarına karşı olan tutumlarını inceleme fırsatı buldu. Yazdığı Şevâhidü’l-Hak kitabİnda İbn-i Teymiyye’nin ve Vehhâbîlerin bozuk fikir ve inanİŞlarİnİ reddetti.

Bu eserinde ayrİca Eshâb-İ kirâmİn üstünlüklerini, hazret-i Muâviye ile Amr bin Âs hazretlerinin yüksekliklerini ve İslâmiyete olan hizmetlerini anlattİ. Câmiü’l-Ezher Üniversitesi profesörlerinden Allâme Şeyh Ali Muhammed Beblâvî Mâlikî, Allâme Şeyh Abdurrahmân Şerbînî, Şeyh Ahmed Hüseyin Şâfiî, Şeyh Ahmed Besyânî Hanbelî, Ârif Allâme Süleymân Şübrâvî, Şeyh Abdülkâdir Râfiî, Mİsİr BaŞmüftüsü Allâme Bekrî Muhammed Sadefî, Müderris Muhammed Abdülhay Kettânî İdrîsî Fâsî, Allâme Seyyid Ahmed Bey Şafiî, Allâme Şeyh Saîd-i Mûcî, Allâme Şeyh Muhammed Halebî ve daha pekçok Ehl-i sünnet âlimleri, Yûsuf Nebhânî’nin yazdİ?İ Şevâhidü’l-Hak kitabını beğenmişler, uzun yazıları ile övmüşlerdir.

Yûsuf Nebhânî hazretleri Şevâhidü’l-Hak kitabİnda, Vehhâbîlerin; “Mutlak ictihad her zaman vardİr.” demelerinin yanlİŞ oldu?unu, Resûlullah’İn sallallahü aleyhi ve sellem ve bütün evliyânİn mezarlarİnİ ziyâret için uzak yerlere gitmenin uygun oldu?unu, Resûlullah efendimizi ve evliyâyİ vesîle ederek Allahü teâlâya duâ etmenin meşrû ve câiz olduğunu, dört hak mezhebdeki âlimlerin, İbn-i Teymiyye’nin çıkardığı bid’atlere karşı olan yazılarını bildirmektedir.

Yûsuf Nebhânî hazretleri ilmiyle amel eden fazîlet sâhibi derin âlim ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret eden velî bir zâttı. Her sözü ve hareketi Allahü teâlânın emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine uygundu. Allahü teâlânın velî kullarını çok sever, onların yüksek hallerini ve menkîbelerini anlatİrdİ. Bu sebeple evliyânİn kerâmetlerinin hak oldu?unu ve onlarİn pekçok kerâmetlerini ve kİsa hal tercümelerini anlatan iki cildlik Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ adlİ eserini yazdİ. İçinde binlerce velînin kerâmetleri bulunan bu kitabİ 1911 yİlİnda Mİsİr’da basİldİ.

Yûsuf Nebhânî hazretleri o zaman Osmanlı Devletine bağlı ve önemli ilim merkezlerinden olan Beyrut’ta, Arapça neşriyat yapan ve zamânının en iyi kitaplarını en iyi şekilde basan, önce hıristiyanlığın Mârûnî koluna mensûb iken, daha sonra İslâmiyeti kabûl etmekle şereflenen Ahmed Fâris Şedyak’ın, Cevâib adlı matbaa ve yayınevinin bir çok kitaplarını tashih etti. O devirde bütün İslâm dünyâsını maddî ve mânevî yönden tehdid eden hıristiyanlık kültürüne karşı İslâmiyeti müdâfaa eden eserler yazarak âlem-i İslâmı uyandırmaya çalıştı. İslâmiyeti temelinden yıkmak isteyen misyonerler tarafından açılan kolejlere müslümanların çocuklarİnİ göndermemeleri için gayret etti. Bu husustaİrŞâdü’l-Hİyârâ min Tahzîri Medâris-in-Nasâra (Hİristiyan Kolejlerine Çocuk Yollamaktan Sakİndİrmak İçin Aklİ Erenlere Yol) adlİ kİymetli bir eser yazdı.

Yûsuf Nebhânî hazretleri, Kudüs tarafında yaşayan velîlerden Abdülhamîd bin Necîb Nûbânî ile görüşüp sohbet etti. Bir gün Abdülhamîd bin Necîb Nûbânî ona; “Zamânın evliyâsı seni seviyor ve işlerine de yardımcı oluyorlar. Bu velîlerden ikisi ile büyük câmide görüştüm. Hani Lazkiye’de bir iş için yardım istemiştin de sana yardım etmişlerdi.” dedi. Bu sözleri işiten Yûsuf Nebhânî hazretleri hayretler içinde kaldı. Çünkü seneler önce meydana gelen bu hâdiseyi kimseye anlatmamıştı. Hâdise şuydu:

Lazkiye’de Cezâ Mahkemesi Reisi iken bir hıristiyan öldürülmüştü. Onun akrabâsı ve diğer hıristiyanlar, kâtil olarak köyün ileri gelen müslümanlarından birini gösteriyorlar, hapsedilmesi veya îdâm edilmesini istiyorlardı. Halbuki o müslüman suçsuzdu. Ona iftirâ ediyorlardı. Vilâyetin vâlisi ile bu hususta telgrafla haberleştiler. Birçok yalancı şâhit buldular. Mahkemede, müslüman şahsı, öldürülen hıristiyana kurşun sıkarken gördüklerini söylediler. Nihâyet müslüman şahıs hapse atıldı ve üzerinden aylar geçti. Halk arasında bu işin iftirâ olduğu konuşuluyordu.

Müslümanlardan pekçok kimse Yûsuf Nebhânî’ye gelerek hâdisenin iftirâdan başka bir şey olmadığını, gerekirse aleyhte bâzı deliller bulabileceklerini söylediler. Yûsuf Nebhânî hazretleri onlara; “İnşâallah hak ortaya çıkıncaya kadar bu meseleyi tetkik edip inceleyeceğim.” dedi. Ancak hâdisenin ortaya çıkışından îtibâren gelen haberlerden bunun kesin olarak yalan ve iftirâ olduğunu iyi anladı. Fakat hıristiyan yalancı şâhitler çok olduğu için, o müslümanı kurtarmak çok zordu. Kânun, şâhitlik husûsunda müslüman ile kâfir arasında fark görmüyordu. Bu sebeple Yûsuf Nebhânî hazretleri müslümanı kurtaramama endişesi içindeydi. Çünkü mahkeme heyetinde onunla beraber karar veren dört kişi daha vardı. Üçü müslüman kimsenin aleyhine hükmetseler ekseriyete göre karar verilir, müslüman zâtın suçlu olduğu sâbit olurdu. Böyle bir durumda onun hakkında verilecek hüküm îdâmdı.

Yûsuf Nebhânî hazretleri kendisinin bulunduğu mahkemede suçsuzluğunu bildiği bir müslümanın zarar görmesine çok üzülüyordu. Mahkeme günü geldi. Evinden üzgün ve zihni karışık bir halde çıktı. Yolda giderken bu işin kolay olması için Ehl-i nevbet denilen zamânın evliyâsından yardım istedi. Çünkü onlar Allahü teâlânın izniyle gizli tasarruf sâhibi olup, yardım ederlerdi. Yûsuf Nebhânî hazretleri; “Ey Allahü teâlânın sevgili kulları! Ey Ehl-i nevbet! Bu zor dâvâyı bir nazar buyurun da, eziyet ve meşakkat olmadan, bu müslüman, Allahü teâlânın izniyle kurtulsun.” diye yalvardı.

Mahkeme salonuna girdiği zaman herkesin iknâ olacağı bir usûl hâtırına geldi. Müslüman kimsenin suçsuzluğunun ortaya çıkması için şâhitlere işlenen suçun ne zaman ve nasıl meydana geldiğini, cinâyetin nasıl bir âletle işlendiğini, orada kimlerin hâzır bulunduğunu ve daha başka hususları sordu. Şâhitlerin bunların hepsini bilmesi mümkün olmadığı gibi, hepsinin aynı ifâde üzerinde birleşmeleri de mümkün değildi. Şâhitlerin hepsi de yalnız cinâyetin nasıl işlendiği ile ilgili hususta aynı cevâbı verdiler. Diğer sorulara çok farklı cevaplar verdiler. Şâhitlerin ifâdeleri tek tek alınıyor ve diğerlerinin de ifâdeleri alınıncaya kadar bırakılmıyordu.

Nihâyet şâhitlerin hiçbirinin ifâdesi diğerini tutmadığı için yalancı oldukları ortaya çıktı. Müslüman ve hıristiyanlardan meydana gelen mahkeme heyetinin hepsi müslüman kişinin suçsuz olduğunu anlayıp, berâatine, serbest bırakılmasına ve mazlum olduğuna söz birliğiyle karar verdiler. Hıristiyanlar çok üzerinde durdukları ve ehemmiyet verdikleri halde, Allahü teâlânın izniyle bu zor mesele kolaylıkla halledildi.

Yûsuf Nebhânî hazretleri sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyardı. Bu sebeple Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem zamânİnda ve daha sonra meydana gelen mûcizelerini anlatmak için Huccetullahi alel-Âlemîn fî Mûcizâti Seyyidi’l-Mürselîn adlİ eserini ve Peygamber efendimizin hayâtİnİ anlatan El-Envârü’l-Muhammediyye mine’l-Mevâhibi’l-Ledünniyye adlİ kİymetli eserini yazdı.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Beyrut’ta vazîfeli olduğu sırada, Beyrut vâlisi bir takım gerekçeler ileri sürerek Yûsuf Nebhânî’nin vazîfeden alınması veya başka bir yere tâyin edilmesi için pâdişâha teklifte bulundu. Sultan Abdülhamîd Han, Yûsuf Nebhânî hazretlerini Beyrut’a yakın bir yere tâyin ederek, vazîfelendirmeyle ilgili kararnâmeyi imzâladı. O gece Peygamber efendimiz, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın rüyâsına girerek; “Beyrut’ta bizi en çok seven Yûsuf Nebhânî idi. Bizim bu âşıkımızın Beyrut’taki aslî vazîfesinde kalması uygundur.” buyurdu. Pâdişâh bu rüyâ üzerine hazırlattığı kararnâmeyi iptal ettirdi ve Beyrut’ta kalması için emir çıkarttı.

Yûsuf Nebhânî hazretleri ilim ve fazîlette yüksek bir zât olduğu gibi, bütün gücüyle Ehl-i sünnet dışı zararlı ve reformcu cereyanlarla mücâdele etti. Hakîkî kurtuluş yolu olan Ehl-i sünnet vel-cemâati müdâfaa etti. Bu sebeple Vehhâbîler ve kendilerinin selefi olduğunu iddiâ eden reformcu çevreler, bu büyük zâtı sevmezler, isminden ve eserlerinden bahsetmezler.

Osmanlı Devletinin son zamanlarında yaşayan Yûsuf Nebhânî hazretleri, devletin parçalandığını ve yıkıldığını görmüş, İslâm düşmanlarının bilhassa İngilizlerin türlü hîleleriyle Türklerle Arapların birbirlerine düşman edildiklerine ve düşmanların maskarası durumuna düştüklerine şâhid olmuştu. Osmanlıların İslâmiyete yaptıkları hizmetleri takdir eden, ileri görüşlü bir zât olan Yûsuf Nebhânî hazretleri, 1932 (H.1350) senesi Ramazan ayında Beyrut’ta vefât etti.

Yûsuf Nebhânî hazretlerinin çeşitli konularla ilgili pekçok eserleri vardır. Brockelmann elli iki eserinden bahsetmiştir. Bunların bâzıları şunlardır:

1) El-Fethu’l-Kebîr: Bu eserinde on dört bin dört yüz elli hadîs-i Şerîfi harf sİrasİna göre toplamİŞtİr. Üç cild hâlinde basİlmİŞtİr. 2) Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ: İki cild olup içinde binlerce evliyânİn kerâmetleri anlatİlmİŞtİr. 3) Tayyibâtü’l-Garrâ fî Medhi’l-Enbiyâ, 4) El-Mecmûat-ün-Nebhâniyye fil-Medâihi’n-Nebeviyye ve HaŞiyyetühâ, 5) Müntehabü’s-Sahihayn min Kelâmî Seyyidi’l-Kevneyn, 6) El-Ehâdisü’l-Erba’în fî Vücûbi Tâati Emîri’l-Müminîn, 7) Hizbü’l-İstigasât bi-Seyyidi’s-Sâdât, 8) İrŞâdü’l-Hayârâ fî Tahzîri’l-Müslimîn min Medârisi’n-Nasârâ, 9) El-Burhân-ül-Musaddak fî İsbâtü Nübüvvet-i Seyyidinâ Muhammed, 10) Câmiu’s-Salevât, 11) Riyâzü’l-Cenne fî Ezkâri’l-Kitâb ve’s-Sünne, 12) Saâdetü’d-Dâreyn, 13) Hulâsâtü’l-Kelâm fî Tercihi Dîni’l-İslâm, 14) Es-Sihâmü’s-Sâibe)

KERÂMET ve MENKÎBELERİ
RESÛLULLAH’I GÖRDÜ

Yûsuf Nebhânî hazretleri Peygamber efendimizi sİk sİk rüyâda görür; “Beni rüyâsİnda gören sa?lİ?İmdayken görmüŞ gibidir.” hadîs-i Şerîfinde müjdelenen yüksekliklere kavuŞurdu. Bir defâsİnda Lazkiye’de vazîfeli bulundu?u sİrada bir gece Peygamber efendimize çokça salevât-İ Şerîfe okuduktan sonra yata?İna uzandİ. Uyudu?u zaman rüyâsİnda ayİ on dördüncü gününde parlak olarak gördü. Yeryüzünü çok yakından aydınlatan ay ile Yûsuf Nebhânî hazretleri arasında çok kısa bir mesâfe vardı. Aya biraz dikkatli baktıktan sonra ayın üzerinde cemâl ve güzelliği gâyet çok bir çehre belirdi. O çehrenin sâhibi Yûsuf Nebhânî hazretlerine bakıyordu.

Yûsuf Nebhânî de o çehreye bakıyordu. Dikkatlice baktığında o çehrenin sevgili Peygamberimize âid olduğunu anladı. Onu görmesinin çok kısa olacağını düşünerek, bu kısa zaman içinde en önemli bir husûsu istemeye niyet etti. Kendi kendine; “En önemli şey, son nefeste îmânla gitmektir.” diye düşündü. Peygamber efendimize dönüp; “Yâ Resûlallah, ölüm ânında îmân ile gitmeyi istiyorum.” diye tekrar tekrar yalvardı. Peygamber efendimiz memnun ve tebessüm eder bir vaziyette bakıyordu. Biraz sonra ayın ışığı fazlalaştı. Peygamber efendimizin mübârek çehreleri kayboldu. Ay aynı şeklinde ışığını saçmaya devâm etti.

Bir defâsında da Peygamber efendimizi Medîne-i münevveredeki bir yerde rüyâda gördü. Peygamber efendimiz yüzü açık bir halde uyuyordu. Yûsuf Nebhânî yakınına varıp oturdu ve uyanmasını beklemeye başladı. Orada başkaları da vardı. Biraz sonra Peygamber efendimiz uykudan kalkıp bir kürsünün üzerine çıktı. Yûsuf Nebhânî hazretleri herkesten önce Peygamber efendimizin huzûruna vardı, önce elini sonra da mübârek ayaklarını öptü. Peygamber efendimiz ona; “Cennet’e girersin.” buyurarak müjdede bulundu.

KAYNAKLAR
1) Seâdetü’d-Dâreyn; s.478

2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1164

3) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.3, s.2077

4) Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ; c.2, s.52

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

mersin eskort -
deneme bonusu
- deneme bonusu veren siteler - Goley90 Giriş - youtube beğeni satın al - buy youtube likes - istanbul escorts - beşiktaş escort - beylikdüzü escort - postegro - deneme bonusu veren siteler - deneme bonusu veren siteler - istanbul escort - bonusu veren siteler - sahabet güncel adres - onwin kayıt - Aviator oyna - izle porno