Rabiatur Rey Hayatı

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

RABÎATU’R-RE’Y
“Sünneti Rabîa’dan daha iyi ezberleyen kimse görmedik.”
-İbnu’l-Maceşun-

Şimdi de hicretin elli birinci senesindeyiz.

Müslüman birlikleri yeryüzünün doğu ve batısındaki yollarda yürüyorlar.

Onlar insanlığa temel inancı götürüyorlar, insanlığa şefkatli ve ıslah edici eli uzatıyorlar…

İnsan toplulukları arasında, insanı insana tapmaktan kurtaran, sevgisini, tek ve ortaksız Allah’a veren yolu genişletiyorlar.

İşte Horasan valisi, Sicistan fatihi, muzaffer komutan ve yüce sahabî er-Rabî b. Ziyad er-Harisî1 Allah yolunda savaşan ordusunun başında yürüyor.

Beraberinde kahraman kölesi Ferruh da vardı.

Allah ona, Sicistan ve başka yerlerin fethini nasip ettikten sonra şerefli hayatını Seyhun nehrini geçmekte ve Maveraunnehir ülkeleri denilen, bölgelerin tepelerinde tevhid bayraklarını dalgalandırmakla bitirmeye karar vermişti.

Er-Rabî b. Ziyad kararlaştırılan savaş için hazırlığını yaptı…

Düşmanın üzerine yürüyeceği zaman ve mekanı tasarladı…

Savaş başlayınca er-Rabr ve cesur askerleri tarihin daima övgü ve saygıyla zikrettiği kahramanlıklar gösterdiler.
Ferruh savaş meydanlarında çeşitli kahramanlık ve atılganlıklar gösterdi. Er-Rabî’ bunlardan dolayı çok memnun oldu ve onun meziyetlerini daha da takdir etti,

Müslümanlar için kesin bir zafer yolu gözükünce, düşmanlarının ayaklarını titrettiler, saflarını bozup topluluklarını dağıttılar…

Türk ülkesine geçişlerine ve Çin topraklarına doğru atılmalarına ve çok uzaklara gitmelerine engel olan nehri geçtiler…

Büyük komutan nehri geçip ayakları öbür kıyıya basar basmaz hemen askerleriyle birlikte nehrin suyuyla abdest aldı…

Kıbleye yönelip zaferi veren Allah’a şükretmek için iki rekat namaz kıldılar.

Büyük komutan savaşta gösterdiği kahramanlıklardan dolayı kölesi Ferruh’u mükâfatlandırdı.

Onu azad etti…

Alınan bol ganimetlerden payını ayırdı.

Ayrıca kendi tarafından birçok şey ilâve etti…

Bu güzel günden sonra er-Rabî b. Ziyad el-Harîsî’nin hayatı u-zamadı…

Büyük hayalini gerçekleştirdiği iki yıldan sonra eceli geldi…

O, Rabbinden hoşnut, Rabbi de ondan hoşnut olarak Rabbine kavuştu.

Kahraman ve yürekli delikanlı Ferruh, payına düşen ganimetleri büyük komutanın ona bağışladığı cömertçe bağış, bunların üstünde değerli hürriyeti, şahane kahramanlıklarla dolu ve savaşların tozunu başına taç yapmış hatırlarıyla Medine-i Münevvere’ye döndü.

Ferruh Medine’ye yerleştiğinde yerinde duramayan, hareketli ve canlı bir delikanlıydı…

O otuzuna doğru ilerliyordu…

Ferruh kendisine, içinde oturacağı bir ev ve birlikte yaşayacağı bir hanım almaya karar verdi…

Medine’deki evlerin ortasından bir ev satın aldı.

Akıllı, ahlâklı, dindar ve aynı yaşlarda bir hanım seçti.

Ferruh Allah’ın kendisine lütfettiği evinde mesuddu.

Hanımıyla birlikte, umduğunun üstünde kolaylık, rahatlık ve iyiliklerle karşılaştı.Fakat, bütün meziyetlerine rağmen bu neşeli ev, Allah’ın verdiği güzel huy ve özelliklere rağmen bu saliha (iyi) eş bu inançlı yiğidin savaşa katılma arzusunu… Kılıçların şakırtısını dinleme özlemini ve Allah yolunda cihada yeniden başlama tutkusunu yenemedi…

Ne zaman Medine’de, Allah yolunda savaşan İslâm ordusunun zafer haberleri dolaşsa onun cihada olan özlemleri tutuşur ve şehid olma arzusu artardı.

Bir cuma günü Ferruh Mescid-i Nebevî’nin hatibinin müslümanlara Islâm ordularının birçok meydanda kazandığı zaferleri müjdelediğini ve halkı Allah yolunda savaşmaya çağırdığını, Allah’ın rızasını kazanmak için ve onun dinini yüceltmek için şehitliğe teşvik ettiğini duydu. Evine döndü. Her bir yıldızın altına yayılmış müslüman sancaklarından birinin altına girmeye karar verdi.

Bu kararını hanımına bildirdi.

Hanımı ona şöyle dedi:

“Ebu Abdirrahman! Beni ve karnımda taşıdığım bu bebeği kime bırakıyorsun?!

Sen Medine’de kimsesiz birisin. Senin ne soyun, ne de sülâlen var.”

Ferruh şöyle cevap verdi:

“Seni Allah’a ve Resûlü’ne bırakıyorum…

Sana savaş ganimetlerinden biriktirdiğim otuz bin dînarı bırakıyorum… onlara sahip ol, o parayı işletip çoğaltmaya çalış. Ben sağ salim dönünceye kadar veya arzu ettiğim şehitliği Allah bana verinceye kadar o paradan kendin ve çocuğuna günün şartlarına uygun harcamayı yap…”

Daha sonra Ferruh ona veda edip ayrıldı…

Namuslu ve iffetli hanım, kocası gittikten birkaç ay sonra doğum yaptı.

Parlak ve tatlı yüzlü, görenin hoşuna giden bir çocuk doğurmuştu. Nerdeyse babasının ayrılığını unutturacak kadar büyük bir sevinç duydu…

Çocuğa Rabîa adını koydu.

Küçük yavrunun üzerinde çocukluğundan itibaren soyluluk alâmetleri belirdi.

Hareketlerinde ve sözlerinde zekâ alâmetleri görüldü. Bunun üzerine annesi onu öğretmenlere teslim etti ve onlara çocuğu güzelce yetiştirmelerini söyledi.

Onun için terbiyeciler getirtip ona sağlam bir terbiye vermelerini söyledi.

Çocuk çok geçmedi, okuma ve yazmasını ilerletti.

Daha sonra Azîz ve Celîl olan Allah’ın kitabını ezberledi. Onu Muhammed’in (s.a.v.) kalbine indirdiği şekilde taptaze okumaya başladı.

Ezberleyebildiği kadar da Resûlüllah’ın (s.a.v.) hadisinden ezberledi.

Arapların sözlerinden ezberlenmeye değer olanları ezberledi.

Din işlerinden öğrenilmesi gerekenleri öğrendi.

Rabîa’nın annesi, oğlunun öğretmen ve terbiyecilerine bol bol para ve hediyeler verdi.

Oğlunun ilminin arttığını gördükçe onlara iyilik ve ikramını artırıyordu…

Çocuğun annesi babasının dönmesini bekliyor, oğlunu kendisi ve kocası için sevinç vesilesi yapmaya çalışıyordu.

Fakat Ferruh uzun zaman dönmedi.

Daha sonra hakkında dedikodular dolaşmaya başladı.

Bazıları, onun düşmanların ellerine esir düştüğünü söylüyordu.

Bir kısmı da, onun serbest olduğunu halâ cihada devam etmekte olduğunu söylüyordu.

Savaş meydanlarından dönen üçüncü bir grup da şöyle dedi: “O istediği şehitliğe nail oldu.”

Rabîa’nın annesine göre, haberler kesildiği için bu son söz geçerli oldu. Buna çok üzüldü.

Daha sonra Allah’tan onun için ecir diledi…

O gün Rabîa erginlik çağına yaklaşmış ve gençliğin yollarına girmişti.

Nasihatçiler annesine şöyle dediler:

“İşte Rabja, böyle bir gencin tamamlaması gereken okuma ve yazmasını tamamladı.

Akranlarından fazla olarak o, Kur’an’ı ezberledi ve hadis rivayet etti.

Eğer onun için mesleklerden birini seçersen, o mesleğinde ilerlemekte gecikmez ve hemen mesleğinin kazançlarından sana ve kendisine harcar.”

Annesi şu cevabı vermişti:

“Allah’tan ona, dünyada iyi geçim, ahirette de iyi son diliyorum…”

Rabîa kendisine ilmi seçmiş, hayatta olduğu sürece öğrenci ve öğretmen olarak yaşamaya karar vermişti.

Rabîa kendisine çizdiği yolda gevşeklik ve acizlik göstermeden yürüdü. Susuzların tatlı pınarlara atıldığı gibi Medine’deki mescidi dolduran ilim halkalarına atıldı.

Başlarında, Resülüllah’ın (s.a.v.) hizmetini gören Enes b. Malik olmak üzere sahabe-i kiramın hayatta kalanlarına sarıldı.

Yine başlarında: Saîd b. el-Müseyyeb, Şamlı Mekhul ve Seleme b. Dînar olmak üzere tabiînin ilk grubundan ilim ve hadis aldı.

Gece gündüz hiç durmadan çalışmaya devam etti. Öyle ki bitkin ve yorgun düştü.

Bu konuda birisi onunla konuşup kendisine acımasını söylediği zaman şu cevabı verirdi:

Şeyhlerin şöyle dediğini duyduk:

“İlim ancak, kendini tamamen ona verdiğin zaman birazını sana verir…”

Çok geçmedi onun adı yükseldi, yıldızı parladı ve arkadaşları çoğaldı.

Öğrencileri ona tutuldu. Kavmi onu kendilerine efendi yaptı.

Medîne aliminin hayatı sakin ve rahat yürüyordu.

Günün yarısı evinde, ailesi ve dostlarıyla…

Diğer yarısı da Peygamber’in (s.a.v.) mescidinde ilim meclislerinde ve halkalarında geçiyordu…

Günleri birbirine benzer bir şekilde geçerken, başına hesapta olmayan bir şey geldi…

Mehtaplı bir yaz gecesinde Medîne-i münevvere’ye altmış yaşını doldurmuş bir atlı geldi.

Atının sırtında, evine gitmek üzere Medine’nin sokaklarında yürüyordu. Evi, hâlâ gitmeden önceki halini koruyor muydu, yoksa günler ona yapacağını yapniış mıydı…

Oradan ayrılalı otuz veya otuza yakın yıl geçmişti.

Kendi kendine, o evde bıraktığı genç karısının şimdi ne yaptığını, karnındaki bebeği erkek mi yoksa kız mı doğurduğunu, bebeğin ölü mü yoksa diri mi olduğunu, eğer diriyse, ne durumda olduğunu merak ediyordu?

Buhara, Semerkand ve etrafındaki yerleri fethetmek için giden Islâm ordularıyla birlikte Allah yolunda savaşmaya giderken, biriktirdiği ganimetlerden hanımına bıraktığı büyük meblağın ne olduğunu da merak ediyordu.

Medine’nin cadde ve sokakları hâlâ gidip gelenlerle doluydu.

Halk yatsı namazını az önce eda etmişti.

Fakat karşısına çıkanlardan hiçbiri onu tanımıyor, ona aldırış etmiyor, zayıf atına ve omzundan sarkan kılıcına dönüp bakmıyordu.

Aslında, Islâm şehirlerinde oturanlar Allah yolunda savaşmaya giden veya ondan dönen mücahitlerin görünüşüne alışmışlardı.

Fakat bu durum atlının üzüntüsünü uyandırmaya ve şüphelerinin artmasına sebep oldu.

Atlı, bu düşünceler içinde yüzerek değişen sokaklardaki yolunu aramak için yürürken ansızın kendini evinin’önünde buldu…

Kapıyı yarı açık bir halde buldu. Sevincinden acele edip ev halkından girmek için izin istemedi…

Kapıdan girdi ve evin avlusuna doğru ilerledi…

Ev sahibi kapının gıcırtısını duydu ve çardaktan baktı. Ay ışığında, kılıcını çıkaran, geceleyin evine saldırmak üzere mızrağını elinde tutan bir adam gördü.

Genç hanımı, yabancı adamın görebileceği yakın bir yerde duruyordu.

Hızla yanına inip şöyle dedi:

“Allah’ın düşmanıl Gece karanlığında gizlenip evime ve namusuma mı saldırmak istiyorsun”

Onun konuşmasına fırsat vermeden, inine kötülükle yaklaşıldığında saldıran aslan gibi ona saldırdı…

Her ikisi de birbirinin üzerine atıldılar, gürültüleri artınca her taraftan eve doğru koşuştular.

Yabancı adamın etrafını halka şeklinde kuşattılar ve böylece komşularına yardım etmiş oldular…

Ev sahibi onu yakalayıp elini boğazına dayadı ve şöyle dedi:

“Vallahi! Seni ancak valinin yanında serbest bırakırım, Allah’ın düşmanı!”

Adam şöyle dedi:

“Ben Allah’ın düşmanı değilim…

Hiçbir günah da işlemedim…

Bu benim evimdir, elimin emeğidir. Kapısını açık buldum ve içeri girdim…”

Sonra halka dönüp şöyle dedi:

“Ey cemaat!

Beni dinleyin…

Bu ev, benim evimdir… Ben onu kendi paramla satın aldım…

Ey cemaat!

Ben Ferruh’um.

Komşular arasında otuz yıl önce Allah yolunda savaşmak üzere giden Ferruh’u tanıyan kimse kalmadı mı?!”

Ev sahibinin annesi uyuyordu, gürültüye uyanıp çardağın penceresinden baktı ve kocasını gördü.

Hayretten neredeyse dili tutulmuştu, fakat çok geçmeden şöyle dedi:

“Onu bırakın…

Bırak onu Rabîa!

Oğlum! Bırak onu… O senin babandır…

Komşular! Ondan ayrılın. Allah iyiliğinizi versin.

Ebu Abdurrahman! Dikkat et…

Karşındaki kimse senin oğlun ve ciğer parendir.”

Onun sözlerini duyar duymaz Ferruh Rabîa’ya dönüp kucakladı ve bağrına bastı…

Rabîa’da Ferruh’a dönüp ellerini, boğazını ve başını öpmeye başladı…

Oradakiler de onları yalnız bıraktılar.

Rabîa’nın annesi, çeyrek asra yakın bir süre onunla ilgili haberler kesildikten sonra bu dünyada karşılaşacağını hiç ummadığı kocasına hoş geldin demek için indi.

Ferruh hanımının yanına oturdu ve ona başına gelenleri anlatmaya ve kendisinden haber alamamalarının sebeplerini açıklamaya başladı…

Fakat hanımı, onun söylediklerinin çoğunu, zihnini meşgul eden bir şeyden dolayı duymuyordu. Kocasının bıraktığı bütün parayı harcamasından dolayı kızmasından korkması, ona kavuştuğuna ve onu oğluyla bir araya getirmesine dair olan sevincini bozmuştu…

Kendi kendine şöyle diyordu:

“Eğer şimdi bana, emanet olarak bırakıp günün şartlarına göre harcamamı istediği bu büyük meblâğı sorarsa ve ben de ona, paradan hiçbir şey kalmadığını söylersem, nasıl davranır?

Bana bıraktığı parayı oğlunun eğitim ve öğretimine harcadığımı söylersem, inanır mı acaba?

Bir çocuğa yapılan harcama otuz bin dinar tutar mı?!

Oğlunun elinin buluttan daha cömert olduğuna, onun ne bir dinar ne de bir dirhem üzerinde durduğuna, bütün Medine’nin onun binlerce kardeşine harcamada bulunduğunu bildiğine inanır mıydı?”

Rabîa’nın annesi bu düşüncelere dalmış bir haldeyken kocası ona dönüp şöyle dedi:

“Dört bin dinar daha getirdim…

Sana bıraktığım parayı çıkar da bunu ona ilave edelim ve yaşadığımız sürece geliriyle geçinebileceğimiz bir bahçe veya ev satın alalım.”

Rabîa’nın annesi başka bir şeyle meşgul görünüp ona hiçbir cevap vermedi.

Kocası isteğini tekrarladı:

“Haydi… Para nerede? Yanlımdakini ona ilave edeyim.”

Rabîa’nın annesi:

“Onu konulması gereken yere koydum. İnşallah bir kaç gün sonra onu, senin için çıkaracağım.”

Müezzinin sesi aralarındaki konuşmayı kesti.Ferruh ibriğine koştu, abdest aldı. Kapıdan hızla çıkmaya çalışırken:

“Rabîa nerede?” dedi.

Ona şöyle cevap verdiler:

“Ezanı duyar duymaz senden önce camiye gitti, senin cemaate yetişebileceğini zannetmiyoruz.”

Ferruh mescide vardı, imamın namazı bitirmek üzere olduğunu gördü ve namazını kıldı.

Daha sonra Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kabrine doğru gitti ve ona selâm verdi.

Oradan Ravza-i mutahhara’ya döndü. Gönlünde oranın özlemi ve orada namaz kılma arzusu vardı.

Kendisi için orada bir yer seçti.

Nafile namaz kılmaya başladı. Kılabildiği kadar namaz kıldı ve edebildiği kadar dua etti.

Mescidden ayrılmaya niyet ettiğinde avlusunun, daha önce bir benzerine şahit olmadığı bir ilim toplantısı sebebiyle tıklım tıklım olduğunu gördü.

Müslümanların bir şeyhin etrafında halka halka toplandıklarını ve alanda ayak basacak bir yer bırakmadıklarını gördü.

İnsanlar arasında gözünü gezdirdi. Gördü ki aralarında sarıklı ve yaşlı şeyhler vardı…

Görünüşleri mevki ve makam sahibi olduklarını gösteren vakar sahibi kişiler de vardı.

Kalemleri ellerinde, diz çökmüş, şeyhin söylediklerini inciler top-larcasına kapmaya başlayan, kıymetli şeylerin korunduğu gibi onları defterlerinde koruyan birçok genç vardı.

İnsanlar, sanki tepelerinde kuş varmış gibi sessiz bir şekilde söylediği her sözü duymak için gözlerini şeyhin oturduğu yere çevirmişlerdi. Mübelliğler (tebliğ edenler) de şeyhin söylediklerini cümle cümle naklediyorlar, ne kadar uzakta olursa olsun hiç kimse onun sözlerini kaçırmıyordu.

Ferruh şeyhin yüzünü tanımaya çalıştı, ama uzak olduğu için buna muvaffak olamadı.

Onun güzel konuşmasına, adetâ fışkıran ilmine ve görülmemiş hafızasına hayran kaldı.

Hele huzurundaki insanların şeyhe gösterdikleri saygı ona dehşet verdi.

Çok geçmedi, şeyh toplantıyı bitirdi ve ayağa kalktı.

İnsanlar ona doğru koşup etrafında yığıldılar, mescidin dışına kadar onu uğurlamak için peşine düştüler.

Ferruh yanında oturan birine dönüp:

“Allah aşkına bana söyler misin? Şeyh kimdir?!”

Adam garipseyerek:

“Sen Medineli değil misin?” dedi.

Ferruh: “Medineliyim” diye cevap verdi.

Adam: “Medine’de şeyhi tanımayan mı var?!” dedi.

Ferruh: “Onu tanımıyorsam, beni mazur gör. Otuz yıla yakın Medine’den uzakta idim. Daha dün döndüm” dedi.

Adam: “Zararı yok… Biraz yanıma otur da bu şeyhi sana anlatayım” dedi.

Sonra anlatmaya başladı:

“Kendisini dinlediğin şeyh tabiîin’in ileri gelenlerinden ve müslümanların büyüklerinden biridir.

Ayrıca Medine’nin muhaddisi, fakihi ve yaşının küçüklüğüne rağmen oranın imamıdır.”

Ferruh: “Maşallah, La havle velâ kuvvete illa billah” dedi.

Adam konuşmaya devam etti:

“Onun meclisi – gördüğün gibi- Malik b. Enes1, Ebu Hanife en-Nu’man, Yahya b. Saîd el-Ensarî, Süfyan es-Sevrî, Abdurrahman b. Amr el-Evzaî, el-Leys b. Sa’d ve daha nicelerini biraraya getiriyor.”

Ferruh:

“Ancak sen…” dedi.

Adam sözünü tamamlamasına fırsat vermedi ve konuşmaya devam etti:

“Bütün bunların üstünde o, güzel huylu, yumuşak huylu, alçak gönüllü ve eli açık bir efendidir…

Medine halkı ondan daha cömert, dünya malından, onun kadar uzak duran, Allah’ın yanındakini onun kadar isteyen kimseyi tanımamıştır.”

Ferruh: “Ama sen bana onun ismini söylemedin” dedi.

Adam: “O Rabîatu’r-rey’dir” dedi.

Ferruh: “Rabîatu’r-rey mi?” diye sordu.

Adam: “Evet, onun adı Rabîa’dır…

Fakat Medineli alim ve şeyhler onu Rabîatu’r-rey diye çağırırlar, çünkü onlar bir meselede Allah’ın Kitabında ve Resûlüllah’ın (s.a.v.) hadisinde bir nass (hüküm) bulamazlarsa ona başvururlardı…

O da konuyu derinliğine araştırır…

Hakkında nass bulunmayanı, hakkında nass bulunana kıyas eder…

Çözemedikleri konuda, kalpleri rahat edecek bir şekilde onlara hüküm getirirdi…”

Ferruh üzgün bir şekilde:

“Fakat sen bana onun soyadını söylemedin” dedi.

Adam söyle cevap verdi:

“O, Ebu Abdirrahman künyeli Rabîa b. Ferruh’tur…

Babası, Allah yolunda savaşmak üzere Medine’den ayrıldıktan sonra doğdu… Onun terbiye ve yetişmesini annesi üzerine aldı…

Namazdan az önce halkın; babası dün gece gelmiş dediklerini duydum.”

O sırada, Ferruh’un gözlerinden iri iri iki damla gözyaşı düştü.

Adam gözyaşlarının niye düştüğünü anlayamadı.

Adımlarını hızlandırarak eve doğru yürüdü.

Rabîa’nın annesi onu, gözleri yaş dolu olarak gördü ve şöyle dedi:

“Neyin var Ebu Rabîa!”

Ferruh: “Bende sadece iyilik var…

Oğlumuz, Rabîa’yı daha önce hiç kimsede görmediğim ilim ve şeref mevkisinde gördüm” dedi.

Rabîa’nın annesi fırsatı ganimet bilip:

“Hangisini daha çok seviyorsun…

Otuz bin dinarı mı yoksa oğlunun ulaştığı bu ilim ve şerefi mi?”

dedi.

Ferruh: “Vallahi, bunu, bütün dünya malından daha çok seviyorum…” dedi.

Hanımı:

“İşte bana bıraktığın parayı onun için harcadım.

Yaptığım şeyden dolayı için rahatladı mı?!” dedi.

Ferruh: “Evet,

Allah, benim, onun ve müslümanların adına sana en iyi mükafatı versin…”1 diye cevap verdi.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

mersin eskort -
deneme bonusu
- deneme bonusu veren siteler - Goley90 Giriş - youtube beğeni satın al - buy youtube likes - istanbul escorts - beşiktaş escort - beylikdüzü escort - postegro - deneme bonusu veren siteler - deneme bonusu veren siteler - istanbul escort - Baywin Giriş - deneme bonusu veren siteler - deneme bonusu veren siteler - bonusu veren siteler - sahabet güncel adres - onwin kayıt